İçeriğe geç

2.Modernizm Postmodernizme Karşı:Çatışmanın Ortasındaki Marksizm-A.O. Alayoğlu

Modernizm Postmodernizme Karşı: Çatışmanın Ortasındaki Marksizm-Ali Osman Alayoğlu-2


“Tarihteki yeni bir çağ olarak postmodernlik anlayışının inşa edilmesi doğrultusundaki açık seçik ilk girişimi Baudrillard” yapmıştır.[34] Bu arada yeni çağda kendilerini bekleyen zorluklar hakkında Marksistleri uyarmadan da edememiştir: “Kapitalist evrende, Marksist çözümlemenin açıklayamadığı, radikal bir değişim olmuştur. Bugün ölüp gitmek istemeyen bir Marksist çözümleme, Marx`tan bu yana beceremediği şu `kendi içinde devrim yapma` sorununu çözmelidir.”[35]

Baudrillard`ın `postmodern toplum`u -yıllar ilerledikçe kendini daha da net bir şekilde ortaya koyacaktır- tarihi reddeden bir tarih felsefesinden mustariptir. Baudrillard`ın, Marksistleri de önlem almaları konusunda uyarmasına neden olan değişimin radikallik boyutu kapitalizmin ötesine geçmeyi içinde barındıracak bir düzeydedir. Simge toplumları ile üretimci toplumlar arasında ayrım yapan Baudrillard, kapitalizmin simge toplumlarından, yani hediye, şenlik, dinsel ritüellerin etrafında örgütlenen toplumlardan koptuğunu, öyle doğduğunu belirtmekte, kapitalizm öncesi toplumlara duyduğu bir tür Altın Çağ özlemi de denilebilecek hayranlığı ona yeniden simge toplumlarını yaratacak (geri getirecek) bir kapitalizmden kopuş tasarlatmaktadır.[36] Lyotard`a göre, Baudrillard`ın simgesel mübadeleyi imtiyazlı kılışı arkaik toplumun nostaljik idealleştirilmesidir.[37] Yani, Baudrillard kapitalizmden çıkıp ütopik bir yere ütopik bir gerekçeyle geçmektedir.

Marksizmi terk edişini tescil eden eserinde, kapitalist üretim tarzı hala geçerliyse bu dünyada Marksist analize de yer olacağını belirten Baudrillard, eğer bütünüyle farklı bir üretim biçimine geçildiyse durumun değişeceğini söylemekte, hatta üretim diye bir şeyin varlığının bile artık tartışılır olduğunu, belki de üretimin hiç varolmadığını kaydetmektedir.[38] Baudrillard Marksizmle arasındaki tüm bağları kopardığına göre, kopuşla birlikte kapitalizmin ötesine geçildiğini düşünmemiz gerekiyor! Aksi olsaydı, kendisinin söylediklerinden hareketle, kapitalizm yaşadığı için yaşayacak olan Marksizme kendi hayatında yer vermesini bekleyebilirdik.[39]

Lyotard açısından ise -her ne kadar postmodernizmi modernizmin “kendi içine kıvrılması” olarak tanımlıyor, dolayısıyla ona yeni bir sayfa açmaktan çekiniyor olsa da- postmodernin doğuşu sanayi sonrası toplumun ortaya çıkmasıyla ilişkilidir.[40] “Lyotard, iddialarını sağlam biçimde yeni iletişim teknolojileri bağlamına yerleştirir ve Bell ve Touraine`in bilgi temelli bir `post-endüstriyel` topluma geçişe ilişkin tezlerinden hareketle, postmodern düşünceyi, ileri kapitalist ülkelerdeki iletişim dillerinde gerçekleştiğini düşündüğü çarpıcı bir toplumsal ve politik geçişin tam merkezine koyar. Bu bilginin üretimi, yayılması ve kullanımını sağlayan yeni teknolojilere, `temel bir üretim gücü` niteliğiyle yakından bakar. Ama sorun bugün bilginin çok çeşitli biçimlerde kodlaştırılmasının mümkün olmasıdır; bu biçimlerin bazılarına daha kolay erişilebilir, bazılarına daha zor. Dolayısıyla, Lyotard`ın yapıtında, modernizmin değişmesinin ardında, iletişimin teknik ve toplumsal koşullarının değişmesinin yattığı yolunda epeyce açık bir görüş mevcuttur.”[41] Bu açık görüşlerine rağmen yine de Lyotard`ın postmodern döneme geçiş hakkında mümkün olduğunca az konuşmayı tercih ettiği söylenebilir. O, `kopuş`u a priori bir veri olarak alıp `postmodern durum` dediği şeye odaklanmakta, salvo atışlarını postmodern teori (ama felsefe olarak teori) alanından gerçekleştirmektedir.

Jameson`da postmodernlik

Kapitalizmin yeni bir aşamasına girildiği tespiti tarih bilimsel ve politik bir argüman olarak yaygın şekilde tartışılmakta, dile getirilmektedir. Emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlamakta yeterli olmadığını söyleyen Hardt-Negri`nin `imparatorluk`unda, Jameson`ın Mandel`den benimseyerek aldığı `geç kapitalizm`inde, Harvey`in işaret ettiği fordizmden esnek üretim tarzına geçiş çağında, daha farklı bir alandan olsa da Laclau ile Mouffe`un `radikal demokrasi`sinde postmodernizme bu temelde anlam verilmektedir.[42] Elbette, postmodernizmle ilişkilenme, kapitalizmin yeni aşamasını tanımlama anlamında aralarında derin farklılıklar bulunmaktadır. En temel fark, Laclau ile Mouffe, kendilerini açıkça post-Marksist olarak ifade ederken Jameson, Harvey ve Hardt-Negri`nin böyle bir yaklaşımının bulunmamasıdır. Fakat, nihayetinde hepsi yeni bir çağ olarak postmodernliği tanımaları bağlamında postmodern düşünürler olarak tanımlanabilir. O deryanın içinde yüzmektedirler.

Elbette söz konusu olan postmodernizmse Jameson`a ayrı bir anlam vermek gerekir. Anderson`ın dikkat çektiği gibi “Postmodernizmi, klasik Marksist terimler çerçevesinde, kapitalizmin yeni bir aşaması olarak tanımlayan tek kişi oydu.”[43] Her ne kadar `klasik Marksist` terimler Hegelci olsa da…

Marksizmle yakın temas içinde ya da Marksist olan teorisyenler arasında kapitalizmin yeni bir aşamasını, dolayısıyla postmodernliği açıkça reddedenler de bulunmaktadır.[44] Mesela Ellen M. Wood şunları söylemektedir: “1970`lerden beri yeni bir şeyler olduğunu görüyorsak, bu kapitalizmde önemli bir sıçrama olduğu değil, aksine kapitalizmin kendisinin olgunluğa ulaşmasıdır.”[45] “Böylelikle, bu kapitalizmin sadece bir safhası değil, tam da kapitalizm oluyor. (…) Eğer hikaye buysa, postmodernite fikrine gerçekten ihtiyacımız yok. Uğraşmamız gereken tek konsept, bu yeni realite, kapitalizmdir.”[46] İlginçtir, Jameson ile cepheden karşı konumlarda yer aldığı izlenimi veren Wood`un mantığıyla Jameson`ınki bazı temel noktalarda (sınıfsal çatışmanın sadeleşmesi anlayışına dayanan sınıfçılık, kapitalizmin kendini gerçekleştirmesi, daha tam hale gelmesi, Hegelcilik vb.) buluşmaktadır. İki yaklaşım da, ileride değineceğimiz üzere, bir tür sadeleşme, `sınıfın kendini asıl göstereceği çağın gelişi` anlamını içsel olarak barındırmaktadır.

Jameson 1971`de postendüstriyel döneme denk düşecek bir postendüstriyel Marksizm için çağrı yapıyordu. 1975 yılının sonunda modernliğin sonu tezini benimsedi. Postmodern düşünürlerin “çağdaş toplumun kültürel ve toplumsal örgütlenmesinde temel bir kopuşun cereyan ettiği ve bizlerin şimdi bir postmodern durumun ortasında bulunduğumuz” saptamasına katılıyordu.[47] Bir bütün olarak kapitalizmi kültürel mantıkları temelinde üç aşamaya bölmüştü; “…gerçekçilik, modernizm ve postmodernizm, sırasıyla piyasa kapitalizmi, tekelci kapitalizm ve çokuluslu kapitalizmin kültürel düzeyleridir.”[48] Yakın dönemde kaleme aldığı Biricik Modernite`de görüldüğü üzere postmodernizm bir anlamda `mükemmel` kapitalizmin ürünü `mükemmel` modernizmdir. Modernleşmemiş olanlarla modernin çatışmasından gelen modernist itkinin son bulmasıdır. Belki de Jameson bunun için son birkaç yılda modernizmin yeniden sahneye döndüğü saptaması yapmaktadır.[49]

Jameson`ın postmodernlik teorisi, Ernest Mandel`in, olduğu gibi kabul ettiği Geç Kapitalizm teorisine dayanır. Postmodernizm geç kapitalizmin kültürel mantığıdır. “Modenizme amacını ve itici gücünü veren şey, hala modernleşmemiş olanın, sanayi öncesi dönemin bıraktığı mirasın varlığını sürdürmesiyken, postmodernizm o mesafenin kapandığının, dünyada sermayenin doldurmadığı tek bir boşluk kalmadığının göstergesidir.”[50] Jameson`ın modernizmin varlığının koşulu olarak tanımladığı, modernler ile modernleşmemişler arasındaki çatışmanın başlıca modernleşmemiş aktörleri -ki artık sahneden çekilmişlerdir- tarım ve kültürdür. Dolayısıyla “…postmodernite, eğilimsel olarak, iki başarıda -tarımın sanayileşmesi, yani bütün geleneksel köylülüğün yıkımı ile Bilinçdışının sömürgeleştirilmesi ve ticarileştirilmesi ya da başka bir deyişle kitle kültürü ve kültür endüstrisi- özetlenebilecek daha tam bir modernizasyonda elde edilen şeydir.”[51]

Bu yaklaşım açıkça, Luxemburg`un kapitalizm dışı üretim biçimleri sayesinde var olan kapitalizm tanımlamasının bir versiyonudur. Luxemburg kapitalist olmayan coğrafyaların bitmesiyle birlikte kapitalizmin sonunun geleceğini belirtiyordu. Kapitalizmin merkezleri kapitalizm dışı üretim ilişkileriyle beslenmektedir, böylece merkez ülkeler krizlerini ihraç edebilmektedir. Ancak süreç zorunlu olarak dışarısı olanın içselleştirilmesini getirir. Dolayısıyla kapitalizmin krizlerini ihraç ettiği kapitalist olmayan yerler hızla azalır. Luxemburg`a göre, böyle alanlar kalmadığında da kapitalizm zorunlu olarak katastrofik çöküş yaşayacaktır.

Jameson bir anlamda, söz konusu duruma, kapitalizm dışı olan köylülüğün tamamen bitmesi, kapitalizm dışı olan kültürün tamamen kapitalistleşmesi, sermayenin her yeri doldurması şeklinde ulaşıldığını belirtmektedir. Sadece ortada katastrofik çöküş değil de geç kapitalizm ve onun kültürel mantığı postmodernizm vardır. Yani söz konusu olan, modernizmin bir anlamda karşısındakini kapitalistleştirerek varolduğu dönemlerin son bulmasıdır. Artık katastrofik çöküş sonrasında, ya da kimbilir Kautsky`nin işaret ettiği anlamda ultra-emperyalizm çağında yaşanmaktadır. Hatta Bukharin ile Lenin`in emperyalizmin ekonomik açıdan dünya tröstüne doğru yol aldığını söylerken tasarladıkları yerdeyizdir. Belki de Hardt-Negri`nin açıkça kaydettiği gibi, emperyalizmin gelişimine paralel olarak gelişen sosyalist alternatif temelli bir dünya devrimi gerçekleşememiştir, dolayısıyla Luxemburg`un belirttiği katastrofik çöküş değil ama imparatorluk hayat bulmuştur. Emperyalizm kendini aşarak, Luxemburg`un çöküş beklediği sınırların ötesine geçmeyi başarmıştır. Emperyalizm aşılmasaydı kapitalizmin sonu gelecekti ama aşılmıştır ve dünya piyasası tam anlamıyla gerçekleşmiştir.[52] Böylece toplumda varolan birbirine dışsal modern ikilikler ortadan kalkmış, her şey içselleşmiştir. Çatışılacak, dışarıda duran bir modernleşmemiş, kapitalizm dışı (belki sınıf dışı) unsur kalmamıştır. Dolayısıyla modernin ötesine geçilmiştir. Zaten postmodernin en önemli belirtilerinden biri ikiliklerin geçersizleşmesi değil midir?

Jameson`daki tarihselci sınıfçılık

Jameson`ın geç kapitalizm saptamasıyla kendini ortaya koyan postmodern dönem tanımı sınıfçı bir içeriğe sahiptir. Özellikle 1960`lara ilişkin yazılarında klasik `Marksist sınıf siyaseti`ne (yani Hegelci, özcü sınıf anlayışı) ne kadar da bağlı olduğu gün yüzüne çıkmaktadır.[53] Jameson 1960`ların yeni öznelerini kapitalizmin gelişiminin bir ürünü olarak görür ve bu gelişmenin Marksizmi gerçekten de zor durumda bıraktığını düşünür. Ancak Jameson yine de umudunu kaybetmemiştir: Marksizme kapitalist gelişimin yaşattığı bu sorun ileride yine kapitalist gelişim aracılığıyla halledilecektir; nitekim öyle olmuştur.

Jameson`a göre 1960`larda yaşanan parçalılık 1980`lerde yerini evrensel proleterleşmeye bırakacaktır.[54] Çünkü küresel kapitalizm, sermayenin her yeri kaplamasıyla birlikte dünyanın en ücra köşelerine kadar uzanan bir tür proleterleşmeyi, saf sınıf mücadelesini gündeme getirmiştir. Bu proleterleşme süreci parçalı direnişleri birleştirme potansiyelini taşımaktadır. İşçici Marksizmin günü asıl şimdi gelmiştir!

Yaşanan proleterleşme süreci “…Marksizmin krizine ve yaygın olarak işaret edilen bir nokta olan Marksist sınıf analizi biçimlerinin 60`ların bizi yüz yüze getirdiği yeni toplumsal gerçekliklere uygulanamazlığına çözümdür: `Geleneksel` Marksizm eğer tarihin yeni öznelerinin çoğaldıkları bu dönem boyunca `yalan` idiyse, sömürünün kasvetli gerçeklikleri, artık değerin çekilmesi, proleterleşme ve buna sınıf mücadelesi biçiminde direnme vb. hepsi birarada kendilerini (şu sıralar gerçekleşiyormuş izlenimi verdikleri gibi) yavaş yavaş yeni ve genişlemiş bir dünya ölçeğinde ortaya koymaya başladıkları vakit zorunlu olarak yeniden hakikate dönüşmelidir.”[55]

Jameson açık bir sınıfçı sorunsal dahilinde düşünmektedir. Dolayısıyla 1960`lardaki gibi `yerinden çıkmalar`, işçi sınıfının gözlerden kaybolması, alternatif `özne`lerin ortaya çıkışı Jameson`ın benimsediği `Marksist sınıf politikası`nı gerçekten de geçersizleştirmektedir. `Marksist sınıf politikası` konjonktürde işçi sınıfını aradığı için -oysa konjonktürde işçi sınıfı yoktur, işçiler vardır- ve teoriden aldığı destekle asli olanın sınıf mücadelesi olduğunu iddia ettiği için, işçi sınıfının ortalıkta görünmediği (aslında işçilerin görünmediği) bir politik dönem Marksist politikanın yanlışlandığı anlamına gelebilmektedir. Marksist olan politika illa sınıf politikası olunca sonucun böyle olması gayet doğaldır.

Aslında Jameson, Marksizmi konjonktürlerin akışına bırakmaktadır. `Marksist sınıf politikası` bir dönem `yanlış`ken bir başka dönem `doğru` olmakta, Marksizm, sınıf teorisine gerçekler uymadığında krize girip uyduğunda da krizden çıkıvermektedir.

Bu yaklaşım kuşkusuz konjonktürde sınıfı arama ve konjonktürdeki sınıfa teoriden destek sunma anlamında sınıfçılıkla, bir şekilde saf kapitalizme ulaşılmasıyla özün (yani proleterleşmenin) tecelli etmesi bağlamında Hegelci bir özcülükle,[56] teorinin tarihsel olaylara bağlı olarak geçerliliğinin onaylanıp onaylanmayabileceğini kabulü temelinde de tarihselcilikle maluldür.[57]

1960`lı yıllar ve `Marksist sınıf politikası`

1960`lı yıllardaki `yeni toplumsal hareketler`, işçi sınıfının hükmünü sona erdirdiği için selamlandı. “Mayıs 1968`in heterojen başkaldırılarından derinden etkilenmiş olan Baudrillard ve dönemin öbür Fransız düşünürleri, Marksist işçi sınıfı politikasından kesin olarak koptular ve devrimci politika için alternatif perspektifler aradılar.”[58] Bir başka deyişle Marksizmin modern geleneğe ait bir üniter öznesi bulunduğunu tereddütsüz bir şekilde varsaydılar ve o özneyle birlikte Marksizmi de reddettiler.[59]

Halbuki, işçi sınıfının hükmünü çok önceleri Bolşevik devrimi (Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halklar birleşin, işçi-köylü diktatörlüğü), daha sonra aktif politik bir güç olarak köylülere dayanan Çin Devrimi bitirmişti. Aslında başarılı ve başarısız her devrim işçi sınıfının hükmünü bitirmişti, çünkü tarihte hiç işçi sınıfı devrimi gerçekleşmemişti. Olsun, bir kez daha, bu sefer kıta Avrupa`sında işçi sınıfının hesabı görüldü. Ve Marksistler revizyon işlemine girişti; -sınıfın merkezi konumunu sürdürdüğünü kaydederek de olsa- sınıf dışı yeni dinamikler olduğunu kabul ettiler. Bu tavizlerine rağmen postmodernistlerin özcülük eleştirileri haklı olarak devam etti.

Postmodern dönemde ırk, toplumsal cinsiyet, çevre, cinsel yönelim vb. gibi yeni muhalif kimliklerin ortaya çıktığı -postmodern olanından en modernine kadar- ortak bir kabul haline geldi. Bu gelişmenin beraberinde getirdiği `Marksist sınıf politikası`nın yanlışlanmasının ağır sonuçlarından kurtulma adına, Jameson`ın benimsediği türden Marksizmin savunulabilir olması için işçi sınıfı dışındaki toplumsal hareketler sınıf dışı unsurlar olarak teoride işin içine katılarak işçi sınıfının egemenliğinden kısmi de olsa feragat edildi.

Marksizmin sınıf politikası Eagleton`ın şu sözlerinde tam da bahsettiğimiz türden bir işleme tabi tutulmaktadır: “Toplumsal dönüşümün tek bir faili (işçi sınıfı) olduğunu tahayyül etmek bazı Neanderthal Marksistlerin bir hatası ise, bu failin bugün `yeni toplumsal hareketler` tarafından geçersiz kılındığını tahayyül etmek de son model postmodernistlerin hatasıdır.”[60] Kısaca, Eagleton biz sınıf dışı unsurları kabul edelim siz de sınıfı, demektedir. Postmodern dönemde ırk, toplumsal cinsiyet, çevre, cinsel yönelim vb. gibi yeni muhalif kimlik alanlarının ortaya çıktığı kabulü Anderson`da da benzer bir anlama gelecek şekilde vardır.[61] Postmodernizmi geniş bir analizin konusu yapan ve nihayetinde çözüm olarak Adornocu bir tarihselciliğe meyleden Best-Kellner da, postmodern politikayı eleştirerek politik bir alternatif önerirken, Jameson`ın sınıfçılığındaki tarihselcilikle buluşan tipik bir anti-kapitalist yaklaşım örneği sergilemektedirler. Onlara göre, sınıf dışında diğer ezilenlerin de kapitalizm tarafından eziliyor olmaları ezilmiş grupların birleşmesini sağlayacaktır. Yani Jameson`ın proleterleşme süreci anlayışına katılmaktadırlar. Aynı zamanda sınıfı imtiyazlı kılmadıklarını, diğer ezilme biçimlerinin sınıfsal olmayan yanları olduğunu kabul ederek dile getirirler. Böylece sınıfçı olmamak adına teoride sınıf analizini reddetme yönündeki bilindik tavrı da sergilemiş olurlar.[62]

`Marksist revizyon` çabaları sonucunda Marksizmin önemli teorik unsurlarından biri terk edilmiş, sınıf dışı unsurların varlığı kabul edilmiştir. Üstelik postmodern (aynı zamanda post-Marksist) cephede yerini alıp sınıfı terk edenlere de yaranılamamıştır. Mouffe`a göre , tarihselci, özcü bir tarzda gerçekleştirilen bu `revizyonlar` yetmez, çünkü sorun Marksizm içinde kalınarak çözülebilecek bir şey değildir. O, Marksizme bakınca umutsuz bir vaka görmektedir. Ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler sınıf indirgemeciliğine meydan okumaktadır ve Marksizmin gelecekte bunları telafi edebilmesi mümkün değildir.[63]

İşçi sınıfının konjonktürde ayrıcalığı olmadığı saptaması 1960`lı yıllardaki hareketlerin ardından, postmodern döneme geçildiğinde ortaya çıkan yeni bir şey değil, konjonktürün gereğidir. Marx zamanında da bugün de geçerlidir. Bir anlamda sorun 1960`lı yılların `Marksist` hareketlerindedir, çünkü onlar, eyleyenler işçi sınıfından olmadığı için eylemleri reddederek kendi `Marksist sınıf siyasetleri`nin ölüm ilanını imzalamışlardır, yoksa Marksizmin sınıf anlayışının değil! Sorun dönemin Marksizmini, Marksizmin bir biçimini (Hegelci) dikkate alarak Marksizmi reddeden postmodern teorisyenlerdedir. Üstelik bu reddedişleri `Marksist sınıf politikası`nın modern dönemlerde işlevli, postmodern dönemde geçersiz olduğu üzerine kuruludur, dolayısıyla tarihselcidir. Bilimle politika arasındaki epistemolojik engel dönemlerin, çağların ötesindedir ve dönemlere, çağlara göre değişemez. Marksizmi modernle postmodernin ötesinde yapan da budur.

Marksizmin bilimsel ayağı söz konusu olduğunda, tarihin motoru üretici güçlerdir ve tarihte sınıfsal olmayan tek bir şey bile yoktur. Bu bağlamda, sınıf dışı bazı unsurların da varolduğunu kabul ederek Marksizmi esnettiğini düşünen Marksist teorisyenlerin yaptığının Marksist bilimsel teoriden taviz vermek olduğu açıktır. Dolayısıyla Laclau ve Mouffe, böyle bir taviz verenleri ya da `tavizsiz` sınıfçılığını gelecek günlerin saf kapitalizmine erteleyen Jameson`ı özcülükle eleştirirken elbette haklıdır.

Laclau ve Mouffe elbette haksızdır, çünkü bize sınıfsal olmayan tek bir şey gösteremezler! Determinist Marksist teorik yaklaşım özcülüğün ve öznelciliğin en amansız düşmanıdır. Bu bağlamda sınıf indirgemeciliği reddiyle çoközneliliklere yelken açan Laclau ile Mouffe`un da hesabını görebilecek yetkinliktedir. Laclau ile Mouffe`un `yeni toplumsal hareketler`in Marksist sınıf indirgemeciliğine meydan okuduğu yönündeki teorik iddiası gerçek dünyadan hareketle teoriye müdahale girişiminden başka bir şey değildir.

Büyük anlatı olarak Marksizm

Başta Lyotard ve Baudrillard olmak üzere postmodern teorisyenlerin neredeyse hepsinin büyük anlatıları (üst anlatı, meta anlatı vb.) reddinin başlıca muhatapları arasında Marksizm vardır, hatta Marksizm bu reddin en önemli muhatabıdır. “Lyotard, büyük anlatılar dediği şeyi reddettiği zaman, terimi ilk olarak Marksizmi kastetmek için kullanmıştı.”[64]

Ancak reddedilen Marksizm belirli bir şekilde anlaşılmış, Hegelci bir Marksizmdir. “Lyotard`ın başlıca hedefi Hegelci-Marksist bütünlük kavramıdır.”[65] Genellikle Marksizm zorunluluk alanından özgürlük alanına doğru geçmek için verilen savaş anlayışı üzerine kurulu bir büyük anlatı olarak algılanır. Yani, postmodern teorisyenlerin reddettiği Marksizm modern ikiliklerden birinin (özgürlük-zorunluluk diyalektiği) sürdürücüsü olan Marksizmdir. Çünkü postmodernizm modernizmle girdiği çatışmada bir bütün olarak ikiciliğe, ikilikler üzerinden hareket eden modern teorilere saldırmaktadır.

Postmodernizmi “meta-anlatılara inanmazlık” olarak tanımlayan Lyotard moderni şöyle anlatır: “Modern terimini, kendini tinin diyalektiği, anlamın yorumbilgisi, rasyonal öznenin ya da çalışan öznenin özgürleşimi ya da zenginliğin yaratımı türünden herhangi bir büyük anlatıya açık bir müracatta bulunarak… bir meta-söyleme gönderme yaparak meşrulaştıran herhangi bir bilimi betimlemek için kullanacağım.”[66]

`Çalışan öznenin özgürleşimi`, açıkça işçi sınıfı aracılığıyla Marksizmi işaret eder. Kısaca Lyotard`ın hedefi hem Hegel hem Hegelci Marksizmdir. Ona sorarsanız ikisinin de artık hükmü yoktur, dolayısıyla tüm büyük anlatılar hükümsüzdür: “Bundan böyle büyük anlatılara başvuramayız -postmodern bilimsel söylemin geçerli kılınması için ne Tin`in diyalektiğine ne de insanlığın özgürleşimine başvurabiliriz.”[67]

Büyük anlatılara başvurma hakkımızın artık bulunmadığını düşünen Lyotard, benimsediği bir anlatının büyük anlatı olmadığını, aksine postmodern olduğunu iddia ettiğinde kanıt olarak onun özgürleşme yönünde herhangi bir ereksellik taşımamasını göstermiştir.[68] Lyotard`ın yaklaşımıyla hareket edersek, erekselci, özcü olmayan bir Marksizm varsa, ki var, o Marksizmin (öznesiz ve ereksiz süreç anlayışına sahip olan Marksizm) postmodern olduğu -hem de yeni bir evre olarak postmodernlik doğmadan önce- ortadadır. Yani bizzat Lyotard`ın yaklaşımı bir tür Marksizmin modernizmin parçası olmadığını göstermektedir.

“Althusser sorunsalı… birçok yönüyle `Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir` önermesinden itibaren postmoderndi.”[69] Bu iddiayı benimseyen ve biz Marksistlere acı geleceğini ancak gerçek olduğunu itinayla kaydeden Mehmet Küçük`ü şöyle yanıtlamak gerekiyor; Althusser`de `postmodern` olan şey, yani aslında Althusser`in modernizm sonrası değil, modernizm ötesi olmasını sağlayan şey, Marx`ın Althusser`in yetkiyle gösterdiği şekliyle Hegelci olmayan hali, modernizmin ötesine geçen Marksizmdir. Dolayısıyla Marksizmin, modernizm olarak tarif edilen bir çağla, o çağın içinde yaşayan Marksistler (en başta kurucu Marksistler Marx ve Engels) aracılığıyla fani bağı, birçok Marksist düşünürün kendisini modernizmin neferi olarak görmesi ile oluşan bağ dışında, teorik olan bir içsel bağ içermediği açıkça belirlenmelidir. Marksizm modernizm dahilinde bir akım değildir. Dolayısıyla, Çetinkaya`nın iddia ettiği bağlamda Marksizm gerçekten de postmoderndir. Üstelik Althusser`den değil Marx-Engels`ten bu yana öyledir.

Postmodern teorisyenlerin Marksizm eleştirilerine bakıldığında görülen şey her neyse aslında onların modernizm eleştirilerinde de bulunmaktadır. Hardt-Negri`nin yetkiyle dikkatimizi çektiği gibi, postmodernizmin modernizm eleştirilerinde bir tür darlık mevcuttur; eleştiriler tek bir modernizmi, o modernizmin izlerini taşıyan tek bir Marksizmi görmektedir.

Hardt-Negri, modernizme postmodern saldırının aslında modern egemenlik geleneğine bir saldırı olduğunu, ikilikler üzerinden ilerleyen modernizmi hedef aldığını kaydeder. Söz konusu saldırının Spinoza`da kendini bulan modernizmi ihmal ettiğine dikkat çeker.[70] Bu ihmal, Marx-Engels ile başlayan, ardından Althusser`le devam eden Marksizmin ihmalini de beraberinde getirir. `Büyük anlatı`yı reddeden postmodern teorisyenlerin modern ikiciliğe dayanan anlatıların dışındaki anlatıları ele alma zamanı geldi ve geçiyor.

Devam ediyor…

Kategori:Yazılar ve Şiirler

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir