İçeriğe geç

Emperyalist Yayılmanın Hizmetindeki Politik İslam/Samir Amin

Samir Amin

Daha önce defalarca üzerinde durduğum gibi, İslamcı olduğunu söyleyen tüm akımlar, Hıristiyanlığa özgü olan politikanın dinden ayrılmasının, İslam için mümkün olmadığını iddia ediyorlar. XIX. Yüzyılda Aydınlanma Felsefesinin ve Fransız Devrimi’nin Batı Hıristiyan dünyasında yarattığı kopuşu mahkûm etmek için, Avrupalı gericilerin [Bonald ve de Maistre gibi] kelimesi kelimesine aynı şeyleri söylediklerini hatırlamak gerekir.
Bu yaklaşımdan hareketle, tüm İslamî akımlar mücadeleyi kültür alanına taşıyorlar ki, bu da bilinen İslamî mirası tekrarlamanın ötesine geçemiyor. Zaten politik İslâm’ın militanları, dini oluşturan dogmaları bile tartışmaya yanaşmıyorlar. Şeklen İslâm’a dahil olduklarını söylemek onlar için yeterli oluyor. Elbette modern dünya’ya bu tarz bir bakış sadece üzücü ve rahatsız edici değil; aynı zamanda bu kesimlerin nasıl bir düşünce çoraklığına hapsolduklarının da bir göstergesidir. Egemen merkez/egemenlik altındaki çevre çatışmasının yerine kültürü koyarak; emperyalizmin stratejisini meşrulaştırıyorlar. Bir kere kültürel özgünlük [teklik–benzemezlik] yaklaşımı benimsenince, emekçi sınıfları kendilerini ezen ve sömüren, dünya kapitalist sistemiyle karşı karşıya getiren çatışma gündem dışına atılıyor. Politik İslam’ın militanları hiçbir zaman gerçek mücadele alanında değiller ve yöneticileri de durmadan yürüttükleri mücadelenin “çıkar peşinde olmadığını” söylüyorlar…
Asıl sosyal çatışma alanındaysa, Politik İslâm bağımlı kapitalizm ve egemen emperyalizm safında yer alıyor. Politik İslâm, mülkiyetin kutsallığı ilkesini savunuyor; eşitsizlikleri ve kapitalist yeniden üretimin tüm gereklerini meşrulaştırıyor. Müslüman Kardeşler’in Mısır Parlamentosu’nda küçük çiftçiler [çoğunluğu küçük köylü] aleyhine büyük toprak sahiplerinin durumunu pekiştiren gerici yasaya olumlu oy vermesi, bu alandaki yüzlerce örnekten sadece biridir. Herhangi bir Müslüman devlette kabul edilen -emperyalist patronların da istekleriyle uyumlu- tek bir gerici yasa örneği yoktur ki, Politik İslâm karşı çıkmış olsun… Militanları kendilerini öyle görseler de, Politik İslâm “anti-emperyalist” değildir. Tam tersine emperyalizmin değerli bir müttefikidir ki, emperyalizm de zaten bunun farkında… Daha baştan Politik İslâm’ın saflarındaki en büyük destekçilerin Suudi ve Pakistanlı yönetici sınıfın adamları oluşu boşuna değildir. Yerel komprador burjuvazilerin, bölgede emperyalist küreselleşmeden beslenen ‘yeni zenginlerin’ Politik İslâm’ın destekçileri arasında olması da bir tesadüf değildir. Politik İslâm, anti-emperyalist perspektifi reddedip, onun yerine, “anti-Batı” [nerdeyse anti–Hıristiyan] bir pozisyon benimsedi. Böylece söz konusu toplumları bir çıkmaza hapsediyor ve küresel emperyalist sistemin yayılması ve dünyayı denetim altına alması karşısında bir engel oluşturmuyor.
Politik İslâm sadece bazı konularda [toplumda kadının statüsü gibi] gerici değil, aynı zamanda Müslüman olmayanlara karşı yürüttüğü fanatik “aşırılıklardan” da [Mısır’da Koptlara karşı olduğu gibi] sorumlu. Politik İslâm temelde gericidir; dolayısıyla, toplumların ilerleme ve kurutuluş mücadelesine katılabilmesi mümkün değil.
Yine de, “Sosyal Hareketlerin” Politik İslâmcı Hareketlerle diyaloga girmesi gerektiğine dair üç argüman ileri sürülüyor.
Birincisi şu: Politik İslâm geniş kitleleri harekete geçiriyor; dolayısıyla, bu durum yok sayılamaz; talepleri küçümsenemez. Bu anlayışı güçlendirmek üzere imajlar da devreye sokuluyor. Fakat soruna soğukkanlı yaklaşmak ve söz konusu “mobilizasyonun” gerçek anlamını gözden uzak tutmamak gerekir. Tutarlı bir analize tâbi tutulduğunda, seçim başarılarının pek de tevatür edildiği gibi olmadığı görülecektir. Bu vesileyle seçimlerde oy kullanmayanların çok yüksek oranlara çıktığını hatırlamak gerekir. Mesela, Mısır seçimlerinde sandığa gitmeyenlerin oranı %75’lere kadar yükselmişti! Aslında İslâm’ın sokaktaki gücü, büyük ölçüde örgütlü solun zaafının, asıl sosyal mücadele alanında yer alamayışının bir sonucudur.
İslâm önemli bir kitleyi örgütlemeyi başarıyor diye, solun İslâmcı akımlarla ittifak arayışı içine girmesi mi gerekir? Elbette İslâm’ın geniş kitleleri örgütleyip harekete geçirmesi bir vakıâdır ve her türlü politik stratejinin de bu durumu tahliline, düşüncesine ve hedeflerine dahil etmesi gerekir. Bu durum karşısında “ittifak” arayışı herhalde yapılması gereken en iyi şey değildir. Kaldı ki, böyle bir şey yapmalı mı? Dahası yapılabilir mi? Mesela ‘Ortak Cephe’ye faşistleri de dahil etmek gerekir miydi? Kaldı ki, Politik İslâmî hareketler – özellikle de Müslüman Kardeşler- böyle bir ittifak arayışı içinde değiller. Daha da ötede onu reddediyorlar. Tesadüf eseri bazı sol örgütler böyle bir ittifaka kabul edileceklerine inansalar ve kabul edilseler, muhtemeldir ki, iktidara gelen Politik İslâm’ın alacağı ilk karar, ayak bağı olan müttefiğini en aşırı şiddetle yok etmek olacaktır. İran’da Mücahidin ve Fedayin örgütlerinin yaptığı gibi…
Diyalog yanlılarının ileri sürdüğü ikinci argüman da şöyle: Her ne kadar Politik İslâm sosyal öneriler planında gerici olsa da “anti-emperyalisttir” dolayısıyla diyalog gereklidir… Sanki bir hareketin ilericiliğinin kriterleri arasında saydığım [sosyal gelişme için mücadeleyi koşulsuz destekleme] “ekonomist” [économiciste] bir yaklaşım olduğu, güney halklarının karşı karşıya olduğu politik boyutu ihmal ettiğinin söylendiğini duyar gibiyim… Bu eleştirinin kabul edilebilir olduğunu sanmam. Zira ileri sürdüğüm “demokratiklik” ve “ulusallık” kriterleri dikkate alınmadan meydan okumaya karşılık vermek mümkün değildir. Kaldı ki, meydan okuma karşısında söz konusu güçler tutarlı bir görüş ortaya koymuyorlar, zira sorunun politik ve sosyal veçhesini dikkate almıyorlar. Sosyal planda gerici ama anti-emperyalist bir Politik İslâm tasavvur edilebilir. Ve hemen akla İran, Filistin [Hamas], Lübnan Hizbullah’ı, Irak’ta mücadele eden bazı hareketler gelecektir. Bu özel durumları ilerde tartışma konusu yapacağım; ama iddia ettiğim şudur: Bir bütün olarak alındığında Politik İslâm anti-emperyalist değildir; anti-emperyalist değildir ama bütünüyle dünya ölçeğindeki egemenlerin arkasında saf tuttuğuna da şüphe yoktur.
Üçüncü argüman da, solun dikkatini İslamofobiyle mücadele gereğine çekmekle ilgili. Şu varoşlar [banliyöler] sorunu ki, çağdaş kapitalizmin merkezindeki metropollerde yaşayan göçmen kökenli emekçi kitlelere nasıl davranılacağı sorunu, elbette adına lâyık hiçbir sol hareketin görmezlikten geleceği bir şey değildir. Bu sorunun nasıl tahlil edileceği, ne tür çareler önerildiği [göçmenlerin durumu, Avrupa’da seçimlere katılan sol partiler ve radikal sol] bu makalenin ilgi alanı dışındadır. Bu vesileyle sadece kendi ilkesel yaklaşımımı ifade etmekle yetineceğim. Bir kere soruna ilerici bir cevap asla “cemaatçiliğin” kurumsallaşması üzerine oturamaz. Zira, cemaatçilik doğası gereği ve kaçınılmaz olarak eşitsizlik ve ırkçılık esasına dayanır. Cemaatçilik Amerikan politik kültürünün ürünüdür ama daha şimdiden İngiltere’de de etkindir ve tüm Avrupa politik yaşamını da kirletmektedir. İslamofobi [İslâm korkusu] politik merkezlerde ve medyada sistematik olarak peydahlanmaktadır. Sözde “çeşitliliği yönetme” söylemiyle pazarlanıyor. Fakat asıl önemli olan, İslamofobinin sermayenin lehine araçlaştırılmasıdır. Aslında ‘çeşitliliğe saygı’ söylemi, emekçi sınıflar arasında bölünmeyi derinleştirme işlevi görüyor.
Şu “varoşlar” sorunu özel bir durum ve bazen kafaları bulandıracak şekilde anti-emperyalizmle de ilişkilendiriliyor. Başka bir ifadeyle, emperyalist egemenliğin çevre-merkez ilişkisiyle bağ kurmak, bu sorunun anlaşılmasına hizmet etmez; zira orada söz konusu olan tamamen farklı bir durumdur. Öyle bir kafa karışıklığı ki, doğrudan gericiliğe gönderme yapıyor. Aslında İslamofobi, hem merkezde emekçi kitlelere, hem de çevrenin ilgili halklarına yönelik saldırıyı güçlendiriyor. Bu kafa karışıklığı ve İslamofobi, aynı zamanda gerici Politik İslam’a da değerli bir hizmet sunuyor; onun anti-Batı söylemini meşrulaştırıyor. Irkçı batı sağının ve Politik İslâm’ın bu iki gerici kampanyası, aynı cemaatçiliği desteklediği gibi, birbirini destekleyip yeniden üretiyor.

Modernite, Demokrasi, Laiklik ve İslam

Müslüman-Arap bölgesinin görüntüsü, sosyal ve politik yaşamın tüm alanlarına dinin [İslâm’ın] damgasını vurduğu izlenimi veriyor. O kadar ki, başka türlü olabileceğini tasavvur etmek yersiz… Yabancı gözlemcilerin çoğunluğu [politik yetkililer ve medya] buradan hareketle, modernitenin ve demokrasinin, İslâm’ın bu baskın varlığına uyum sağlaması, bunun için de fiilen laikliği dışlaması gerektiği sonucuna varıyorlar… Ya da, eğer böyle bir uzlaşma mümkünse, desteklemek gerektiğini söylüyorlar. Eğer o da mümkün değilse, bu bölgeyi olduğu gibi kabul etmek ve ona göre davranmak gerektiğini ileri sürüyorlar. “Gerçekçi” denilen bu görüşü asla paylaşmıyorum. Bölge halklarının ve başka yerlerdeki halkların geleceği laiklik ve demokrasidedir [uzun bir perspektifte de dünya sosyalizmindedir]. Böyle bir gelecek hem söz konusu bölgede hem de başka yerlerde mümkündür; ama asla “kesin” ve “garanti” de değildir.
Modernite, XVI. yüzyılda Avrupa’da uç veren evrensel tarihte bir kopuş demektir ve modernite insanın bireysel ve kollektif olarak kendi tarihinden sorumlu olduğunu vazeder. Oradan hareketle de modernite, öncesinin egemen ideolojilerinden kopuşu temsil eder. Modernite, demokrasiyi mümkün; dinin siyasetten ayrılması anlamında laikliği varsayar ve gerekli kılar. XVIII. yüzyılda Aydınlanma Filozofları tarafından formüle edilip, Fransız Devrimi’yle de hayata geçirilen modernite, bir tür modernite/ demokrasi/laiklik “bütünlüğüdür”. Ondaki ilerleme ve gerilemeler modern dünyayı biçimlendire gelmiştir. Fakat modernite sadece bir kültürel devrim değildir; kapitalizmin doğuşu ve gelişmesiyle sıkı ilişki içinde oluşu, onu biçimlendirmiş, dolayısıyla “gerçekte var olan” modernitenin tarihsel sınırlarını da belirlemiştir. Şurada burada görülen somut demokrasi ve laiklik biçimleri, kapitalist gelişmenin aldığı somut biçimlerle doğrudan ilgilidir. Başka türlü söylersek, sermaye egemenliğinin aldığı somut biçimler, siyasi rejimlerin niteliğini doğrudan etkilemiştir. Hegemonik tarihsel kompromiler [uzlaşmalar], benim “politik kültürün tarihsel güzergâhı” dediğimi biçimlendirmiştir.
Burada özet olarak yaptığım sunuş, tarihsel materyalist yöntem anlayışımı hatırlatmakla yetinecek [başka yazılarımda daha geniş tahlillere ulaşılabilir]. Burada sadece kapitalist modernite/demokrasi/laikliğin farklı eklemlenme biçimlerine dair teorik çerçeveyi özetlemekle yetineceğim.
Aydınlanma Filozofları ve Fransız Devrimi radikal bir laiklik modeli önermişlerdi. Ate [Tanrı tanımaz] veya agnostik [bilinmezci] veya mümin [inançlı], dolayısıyla Hıristiyan olsun, birey seçmekte özgürdür ve devlet bu işin dışındadır; ona burnunu sokmaz, sokmamalıdır. Avrupa kıtasında – ve Restorasyon dönemi Fransa’sında- geri adımlar ve burjuvaziyle modernite öncesine ait egemen sınıflar arasında uzlaşmalar [kompromiler] bir döneme damgasını vurdu. Böyle bir kompromi de laikliğin “yumuşatılmış versiyonu” demekti. Kilisenin sosyal işlevi politik yapıda yer almasa da, bu, bir tür tolere etmek olarak algılandı. Öte yandan, ABD de tarihsel güzergâhın oluşturduğu politik kültür temelli gericiydi; laikliği tanımıyordu. Din, toplumda önemli sosyal işlevi olan bir aktördü ve orada laiklik, resmi dinlerin çokluğu olarak anlaşıldı [orada tüm dinler hatta tarikatlar bile resmidir].
Kabul edilen laikliğin radikallik düzeyiyle, laikliğin toplumsal dönüşümdeki işlevine dair anlayış arasında doğrudan ilişki vardır. Sol hareket [radikal veya ılımlı], toplumun istenen istikamette biçimlendirilmesinde politikanın önemli olduğunu düşünür, bu yüzden radikal bir laikliği savunur. Muhafazakâr sağ, ister ekonomide [ki, orada sermaye için işleri piyasaya havale etmek her zaman arzulanır bir şeydir] ister ‘düşük yoğunluklu demokrasinin’ kural haline geldiği politikada, değişim, alternatifin yerini alıyor, politikanın aktif bir laikliğe ihtiyacı olmadığı, bu alanda devletin boşluğunu “cemaatlerin dolduracağı” söyleniyor. Piyasa ve temsili demokrasi tarihi yapar ve yapmasına izin verilmelidir. Şimdilerde sol hareketin gerilediği dönemde, söz konusu muhafazakârlar, sosyal düşüncedeki egemenliklerini artırmış durumdalar. Tourain’den Negri’ye bu tür formülasyonları görmek mümkün. Politikanın sorumluluğunun yadsınması hususunda Amerikan siyasi kültürü daha da ileri gidiyor. Sürekli tekrarlanan Tanrı’nın Amerikan ulusuna ilham verdiği inancı ve bu “inanca” çoğunluğun teveccühü, laiklik kavramını yok saymak demeye geliyor. Bu, tarihi yapan Tanrı’dır, demektir… Söylem öyle olsa da bu, gerçek dünyada bu işi yapan bir başına piyasadır, demeye gelir. Ve böyle bir toplumda herhangi bir Kiliseye veya bir tarikata mensup olmayan özgür düşünceli biri “sapkın”, değilse “a-sosyal“ sayılır. Nitekim uzun zaman boyunca homoseksüellik tolere edilmiş değildi [Salem büyücülerini unutmadan…], eğer sapkınsa Amerikalı değildir… [Mac Carthy Komisyonu ve şimdilerde oğul Bush hep o dönemleri hatırlatmıyor mu…]. Yakın zamanlarda artık “sapkınların” da varolma hakkı tanındı; ama bir şartla: Söz konusu sapkınların kendi gettolarında kapalı kalma kaydıyla…
Bu bağlamda, Ortadoğu bölgesindeki halklar nerede duruyor? Secde eden sakallı kalabalıklar ve peçeli kadınlar bölüğünü yansıtan imajlar, orada bireylerin dine yoğun bir şekilde teveccüh ettikleri kestirme sonucuna götürebiliyor. Fakat bu sonuca varmak için yapılan sosyal baskıdan hiç söz edilmiyor; kadınlar peçeyi kendileri istemedi, onlara büyük bir baskıyla dayatıldı. Dışarıda peçesiz yakalanmak sadece işinden olmak değil; kimi zaman hayatından da olmak anlamına geliyor. İnanç özgürlüğüne saygıyı öneren “kültüralist” Batılı dostlar, oradaki iktidarların böylesi bir “görüntüyü” nasıl başardıklarını asla sorgulamaya yanaşmıyorlar. Şüphesiz “Allah’ın delileri” eksik değil… O görüntülerdekiler oran olarak Paskalya Bayramı’nda İspanya’da yürüyüşe geçen Katoliklerden daha mı fazladır? Ya da ABD’de tele-vaizleri izleyen devasa kalabalıklardan daha mı fazla dersiniz?
Her hâlükârda din kendiliğinden hiçbir zaman böyle bir görüntü vermedi. Ülkeden ülkeye değişse de, tüm Arap halklarını kapsayan; Fas’tan Afganistan’a uzanan bölgede Türkler, İranlılar, Afganlar ve eski Sovyetler Birliği Orta Asyası’nda [Arap Körfezi hariç], laikliğin gelişme potansiyeli önemsiz değildir. Diğer komşu ülkelerde, Körfez Arapları ve Pakistan’daysa durum farklıdır.
Söz konusu bölgede politik gelenek, modernitenin radikal versiyonundan büyük ölçüde etkilendi: Aydınlık Felsefesi, Fransız Devrimi, Rus Devrimi, III. Enternasyonal Komünizminin bölgedeki insanların bilincine Westminister Parlamenterizminden daha çok yerleştiğini bile söylemek mümkündür. Bölgede yönetici sınıfların esinlendiği politik dönüşümlerin arkasında bir tür “Aydın Despotluk” olduğu söylenebilir.
Mısır’da Muhammet Ali veya Hidiv İsmail, bunun tipik örnekleriydi. Türkiye’de Kemalizm, İran’daki modernleşme de az-çok benzer yöntemlerle gerçekleşmişti. Yakın döneme ait ulusal popülizm de aynı “modernist” politik proje ailesine dahildir. Bu modelin varyantları da çoktur [Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi –FLN- ve Tunusta Burgibacılık, Mısır Nasırcılığı, Suriye ve Irak’da Baasçılık aynı yönde hareketlerdi. “Komünist görüntüsü” veren daha radikal rejimler olan Afganistan ve Güney Yemen deneyleri de özde diğerlerinden farklı değildi]. Tüm bu rejimler önemli şeyler başardılar ve bunun sonucunda da geniş bir kitle desteğine sahip oldular. Her ne kadar demokratik olmasalar da, o yönde muhtemel gelişme potansiyeline sahiptiler. Bazı durumlarda, -1920–1950 döneminde Mısır’da olduğu gibi- çoğulcu demokrasi denemeleri de söz konusu oldu ama egemen emperyalist güçler [İngiltere] ve yerli müttefikleri [monarşi] tarafından püskürtüldü. Laiklik uygulamaları –ılımlı versiyonları demek daha uygun- halkın itirazıyla karşılaşmadı: Halkın gözünde asıl karanlıkçı [obscurantistes] olarak görülenler din adamlarıydı ve gerçekten de büyük çoğunluğu öyleydi.
Modernist deneyler -aydın despotluktan ulusal popülizmlere kadar- tesadüf eseri ortaya çıkmış değillerdi. Modern küreselleşmede eşit ve etkin aktörler [ortaklar] olmak isteyen güçlü politik hareketler tarafından empoze edilmişlerdi. Söz konusu politik hareketler orta sınıfların özlemlerini dile getiren hareketlerdi. “Burjuva demokrat” denilebilecek bu hareketler; modernist, laiklikten yana ve potansiyel olarak da demokratik evrimin taşıyıcısıydılar. Fakat bu projeler egemen emperyalizmin çıkarlarıyla çatışıyordu ki, emperyalizm her yola başvurarak bunları etkisizleştirmek üzere aralıksız mücadele etti; bu amaçla da güç kaybına uğrayan karanlıkçı odakları destekleyip harekete geçirdiler.
Müslüman Kardeşlerin tarihi biliniyor: Bu örgüt Mısır’da 1920’lerde tam anlamıyla İngilizler ve Monarşi tarafından; demokrat ve laik Wafd’ın önünü kesmek için kuruldu. Nasır’ın ölümünden sonra CIA ve Enver Sedat tarafından kitleler halinde Suudi Arabistan’dan Mısır’a nasıl getirildikleri biliniyor. Aynı şekilde Taliban’ın durumu da bir sır değil. Taliban da CIA tarafından, kız çocukları da dahil tüm çocuklara okulun yolunu açan “komünist” rejimle mücadele etmek üzere Pakistan’da kuruldu. Başlarda, Filistin direnişinin laik ve demokratik akımlarını yok etmek için, Hamas da İsrailliler tarafından desteklenmişti.
Eğer ABD’nin güçlü ve kararlı desteği olmasaydı, Politik İslâm’ın Suudi Arabistan ve Pakistan sınırlarını aşması kolay olmazdı. Şüphesiz topraklarının altında bir petrol denizi olduğu keşfedilince, Suudi Arabistan gelenekten kurtulmak için hiçbir girişimde bulunmadı. Geleneksel egemen sınıfla emperyalizm arasındaki ittifak hemen tasdik edildi ve bu bir tür Wahabit Politik İslâm’a taze kan nakli demeye geliyordu. İngilizler de kendi paylarına, Müslüman liderleri kendi devletlerini kurmaya ikna ederek; Hindistan’ın birliğini engellediler ki, bu daha baştan nüfus cüzdanını Politik İslâm’a kaptırmak anlamına geliyordu. Aslında Mawdudi’ye atfedilen “teori” önceden ve bütünüyle İngiliz oryantalistleri tarafından Majestelerinin adına kaleme alınmıştı.
Bandung Konferansı’nda [1955] başlatılan, Asya ve Afrika halklarının birliğini oluşturmayı amaçlayan girişimi etkisizleştirmek, önünü kesmek üzere ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın önünü çektiği bir “ İslam Konferansı” başlatılmıştı [1957] ki, bölgeye Politik İslâm’ın yerleşmesi bu yolla gerçekleşecekti…
Yukarıdaki gözlemler en azından şu sonucu çıkarmayı mümkün kılıyor olmalıdır: Politik İslâm, ilgili halkların kendiliğinden hareketinin ve dini inançlarının gerçek gücünün sonucu olarak ortaya çıkmış bir şey değil. Politik İslâm, emperyalizmin sistematik faaliyeti sonucu oluşturuldu. Elbette gerici, karanlıkçı güçler ve bağımlı komprador sınıflar tarafından da desteklendi. Bu tartışmasız gerçek karşısında sol hareketler ne yapacağını, ne yapması gerektiğini ne gördü ne de bildi. Ki, asıl sorumluluk da onlara aittir…

Cephe Çizgisindeki Ülkelere Dair Sorunlar [Afganistan, Irak, Filistin, İran]

ABD’nin astlaştırdığı [subalternes] müttefikleri Avrupa ve Japonya tarafından da farklı derecelerde desteklenen projesinin amacı, dünyanın tamamında askerî denetimi tesis etmektir. [Ben buna ‘Monreo Doktrini’nin tüm gezegeni kapsaması projesi’ diyorum]. İşte bu perspektifte Ortadoğu, ilk “vurulacak” bölge olarak görülüyor. Bunun da başlıca üç nedeni var: (i). Ortadoğu en zengin petrol rezervlerine sahip, dolayısıyla bu bölgenin Amerikan silahlı güçleri tarafından denetim altına alınmasının Washington’a ayrıcalıklı bir pozisyon kazandıracağı düşünülüyor. Zira böyle bir durumda hem rakipleri AB ve Japonya, hem de bölge petrolüne bağımlı muhtemel rakipleri [Çin, vb.] karşısında önemli bir koz ele geçirmiş olacak; (ii). Eski Dünya’nın merkezinde konumlanmış olan Ortadoğu, Çin, Hindistan ve Rusya’yı askeri tehdit altında tutmaya elverişli; (iii). Nihayet bölge tam bir zayıflık döneminden geçiyor ve karmaşa hakim, ki bu durum kısa vadede zafer kazanmaya müsait bir ortam sunuyor.
Cephe çizgisindeki ülkelere yönelik saldırı sonucu bölge ülkelerinden üçü çökertilmiş durumda [Afganistan, Irak, Filistin] ve İran topun ağzında.

AFGANİSTAN

Afganistan tarihinin en iyi dönemini, “komünist” denilen cumhuriyet rejimiyle yaşadı. Bu, karanlıkçılığa karşı kız ve erkek çocuklara birlikte okulun kapısını açan; bu niteliğinden ötürü de halkın desteğini alan bir aydın despotluk rejimiydi. Giriştiği toprak reformunun asıl amacı, aşiret reislerinin zorba [tyranniques] iktidarını etkisizleştirmekti. Köylü kitlesinin rejime verdiği hiç değilse “zımnî” destek başlatılan sürecin başarı şansını artırıyordu. Batılı medya ve Politik İslam’ın yürüttüğü yıkıcı propaganda, rejimi “dinsiz komünist totalitarizm” olarak sunuyor ve Afgan halkı tarafından da reddedildiği yaygarası yapılıyordu. Oysa, oradaki rejim yaşadığı dönemde Atatürk’ün rejimi gibi halkın gözünde kabul edilebilir sayılıyordu.
Fiiliyatta, Afganistan Halk Partisi’nin her iki fraksiyonunun [Halk ve Perşam] kendilerini komünist olarak tanımlamaları şaşırtıcı değildi. Her ne kadar demokratik olmamakla eleştirilse de, Orta Asya Sovyet Cumhuriyetleri’nin gerçekleştirdikleri, İngiliz emperyalizminin bölgenin diğer ülkelerinde yarattığı yıkımla karşılaştırıldığında [Pakistan, Hindistan dahil], yurtseverleri orada ve başka yerlerde her türlü modernleşmeye düşman emperyalizme karşı önlemler almaya itiyordu. Bir kesimin diğerlerinden kurtulmak için Sovyetleri müdahaleye çağırması, ulusalcı-popülist-modernist projenin başarısını olumsuz yönde etkileyecek, rejimin geleceğini ipotek altına alacaktı.
Başta ABD olmak üzere Avrupa va Japonya, komünist olsun ya da olmasın her zaman Afgan modernleşmesinin iflah olmaz düşmanıydılar. Pakistan’daki karanlıkçı Politik İslamcıları [Taliban] harekete geçirenler, emperyalist üçlü [ABD, Avrupa, Japonya] ile komünist denilen rejim tarafından etkisizleştirilen savaş ağalarıydı. Sadece gerici güçleri mobilize etmekle de kalmadılar; aynı zamanda söz konusu gerici unsurları eğittiler ve silahlandırdılar. Eğer Pakistan askerî saldırısı, Taliban’ın yardımına gelip kaosu derinleştirmeseydi, savaş ağalarının yeniden güçlenmesini sağlamasaydı, Sovyetler çekildikten sonra bile Necibullah’ın direnişi başarıya ulaşabilirdi.
Afganistan, Amerika’nın ve müttefiklerinin ve özellikle de İslâmcı ajanları tarafından yerle bir edildi. Artık Afganistan bu sonuncuların sopası altında kalmaya devam ettikçe ülkeye dışardan ithal edilmiş uşakların, soytarıların iktidarı altında asla toparlanamaz. Texas’dan ithal adamların misyonu bellidir. Esasen Washington, NATO ve Birleşmiş Milletler’in Afganistan’a demokrasi için geldiklerini söylemek sadece büyük bir yalan değil; kocaman bir münasebetsizliktir, tam bir farstır…
Afgan “sorununun” bir tek çözüm yolu var: Tüm yabancı güçlerin derhal ülkeyi terketmesi ve tüm güçlerin oradaki “müttefiklerini” silahlandırıp, finanse etmekten vazgeçmesi… Kimi “iyi niyetli” çevreler Afgan halkının Taliban diktatörlüğüne [ve savaş ağalarına] katlanacağını düşünüyor. Buna verilecek cevap şudur: Bugüne kadar diktatörlüğün asıl destekçileri oradaki yabancılardı! Ne zaman Afgan halkı daha iyi sonuçlar vaadeden bir rotaya girse, batılılar yakasını bırakmadı. “Komünistlerin” aydın despotluğuna karşı uygar Batı her zaman karanlıkçı despotizmi tercih etti, çıkarları onu gerektirdiği için…

IRAK

Silahlı Amerikan diplomasisi daha karşısına iki bahane çıkmadan çok önce, Irak’ı çökertmeyi gündeme almıştı. Bahanelerden biri 1990’da Kuveyt’in işgali, diğeri de 11 Eylül’ün Bush tarafından Goebbels vari yalan ve sinsilikle kullanılmasıdır [Bir yalan bin defa tekrarlanırsa gerçek olurmuş…]. Amaç gayet açıktı ve asla Irak halkını Saddam Hüseyin’in kanlı diktatörlüğünden “kurtarmak” değildi. Irak, topraklarının altında dünyanın en kaliteli petrolüne sahip ama hepsi bu kadar değil; Irak yetiştirdiği bilimsel ve teknik kadroları sayesinde ulusal bir projeyi hayata geçirebilecek potansiyele ulaşmıştı ve bu tehlike “önleyici bir savaşla” bertaraf edilmeliydi. ABD böyle bir şeye hakkı olduğunu düşünüyordu ve bunun için uluslararası “hukuka” en ufak saygısı yoktu.
Bilinen bu gerçekler dışında birkaç önemli soruyu cevaplamak gerekiyor: (i). Washington’un planı nasıl bu kadar kolay başarı kazanmış görüntüsü verebildi; (ii). İşgal, Irak halkının bugün üstesinden gelmesi gereken nasıl bir yeni durum ortaya çıkardı; (iii). Bu meydan okuma karşısında Irak halkının farklı bileşenleri nasıl bir cevap verecek; (iv). Irak’takiler de dahil, uluslararası ilerici ve demokratik güçler bu durum karşısında nasıl bir çözüm geliştirebilirler?
Saddam Hüseyin’in yenilgisi bir sürpriz değildi. Hava bombardımanıyla jenosit yapma avantajına sahip [ama cezalandırılmayan, nükleer silah kullanma olasılığı da gündemde olmak kaydıyla] bir düşman karşısında halkın yapabileceği yegâne şey, direnişi işgal edilmiş topraklarına taşımaktır. Fakat Saddam rejimi, halkın kendini savunmasına yarayan her türlü örgütü ve örgütlülüğü sistematik olarak yok etmişti. Modern Irak’ın tarihinde önemli roller üstlenmiş tüm siyasi partiler [ki buna Komünist parti ve aynı şekilde bizzat önemli bir aktör olan Baas Partisi de dahildir] işlevsiz hale getirildi. Elbette şaşırtıcı olan “Irak halkının” neden ülkeyi savaşmadan işgale razı olduğu, ya da bazı davranışların [işgalcilerin tezgâhladığı seçimlere katılmak veya Kürtler, Sünni ve Şii Araplar arasındaki mezhep çatışması] yanılgının kabullenildiği izlenimi veriyor; [kaldı ki, zaten Washington da hesabını bunun üzerine yapıyordu] ama durum öyle değil. Direniş günden güne güçleniyor [elbette bir zaafları da var] ve bu direniş ülkede ‘düzen kurulduğu’ görüntüsü verecek bir kukla rejimin kurulmasını engelleyerek, Washington’un projesini başarısızlığa uğrattı.
Yine de, yabancı askerî işgaliyle birlikte yeni bir durum ortaya çıkmış durumda. Irak ulusu gerçekten tehdit altında. Zira Washington’un projesinin bir tek amacı var: Ülkenin petrol kaynağını yağmalamak. Dolayısıyla, orada düzeni sağlaması mümkün değil. Sözde ‘ulusal’ bir rejim aracılığıyla da bunu yapması mümkün değil. Böylesi bir uydu hükümetle yönetme macerası ülkenin parçalanmasıyla sonuçlanır. Bu da Kürtler, Sünnî ve Şii Araplar olmak üzere en az üç devlet demektir… Belki bu daha baştan bir Washington-İsrail ortak projesiydi. [Herhalde gelecekte arşivler bunu gösterecektir…]. Bugüne kadar Washington “iç savaş” kartını oynadı ve onu sadece ülkeden çekilmemenin değil, işgali sürdürmenin de gerekçesi yapmaya devam ediyor. Zira sürekli işgal amaçtı – ve öyle kalmaya devam ediyor- bu Washington’un petrolü denetlemesinin yegâne yoluydu. Dolayısıyla, Washington’un “düzen sağladığında ülkeyi terkedeceğiz” türü “beyanlarının” hiçbir inandırıcılığı yok. İngilizler de 1882’deki Mısır işgalinin hep “geçici” olduğunu söylemişlerdi ama 1956’ya kadar orada kaldılar. Bu arada ABD her türlü canice yöntemlerle ülkeyi harabeye çeviriyor; okullarını, fabrikalarını, bilimsel kapasitesini yok ediyor.
Şimdilik Irak halkının saldırıya verdiği karşılık, – durumun vahameti ortadayken- olması gereken düzeyde değil. En azından bu kadarı söylenebilir. Peki, neden böyle? Batı medyasının bıkkınlık derecesinde tekrarladığı şu: Irak “yapay” bir ülkedir. Saddam’ın Şiiler ve Kürtler üzerinde kurduğu baskı rejimi iç savaşı zorluyor [eğer böyleyse, iç savaşı önlemenin yolu işgalin uzatılmasıyla mümkün…]. Direniş, “Sünnî üçgen” denilen bölgedeki İslâmcı direnişle sınırlı kalacaktır. Herhalde bu tür safsatalara itibar etmek ahmaklara özgü bir şey olabilir…
İngilizler, Birinci Dünya Savaşı ertesinde Irak halkının direnişini ezmekte zorlanmıştı. Emperyal geleneklerini çağrıştırırcasına İngilizler, bir “ithal monarşi” ve büyük toprak sahipleri sınıfı oluşturup, Sünnî İslâm’a da üstün bir statü vererek, Irak’taki iktidarlarını sürdürmeyi amaçlamışlardı. Sistematik çabalarına rağmen başarısız oldular. İki siyasi örgüt Komünist Partisi ve Baas Partisi önemli birer örgütlü güç oluşturarak, herkes tarafından [Sünniler, Şiiler, Kürtler] nefret edilen Sünnî monarşiyi devre dışı bıraktılar. Fakat, 1958–1963 yılları arasında bu iki siyasi formasyon arasındaki şiddetli rekabet, Baas’ın baskın gelmesiyle sonuçlandı. Bu durum Batılılar tarafından “memnuniyetle” karşılandı, yüreklerine su serpilmişti… Oysa Komünist Parti’nin projesi muhtemel bir demokratik açılım istidadı taşıyordu; ama Baas için aynı şey söz konusu değildi. Milliyetçi, panarap Baas Partisi üniter devletten yana, Alman Birliğinin kurucusu Prusya modeli hayranı, modernist, laiklikten yana, dinin karanlıkçı yorumuna karşı, küçük burjuvaziye dayanan bir partiydi. İktidara geldikten sonra, tahmin edilebileceği gibi, diktatörlüğe dönüştü. Devletçiliği de yarı-anti-emperyalistti. Konjonktürün durumuna göre ve gerektiğinde, iki taraf arasında [Baas ile bölgede hakim durumda olan ABD] uzlaşma mümkün oluyordu. Bu durum liderin megalomanik saplantılarını da cesaretlendirdi ve sandı ki ABD onu bölgedeki başlıca müttefiki olarak kabul edecek… Irak’ın 1980–1989 arasında İran’a karşı yürüttüğü saçma ve canice savaşta Washington’un Bağdat’a verdiği destek [kimyasal silah sevkiyatı da dahil] Saddam’ın hesabına inandırıcılık kazandırıyor gibiydi…
Saddam, Washington’un hile yaptığından habersizdi. Irak’ın modernleşmesi emperyalizm için kabul edilebilir bir şey değildi ve ülkeyi çökertme kararı çoktan alınmıştı. Saddam kurulan tuzağa düştü [Kuveyt’i işgal etmesi için yeşil ışık yakılmıştı – zaten Kuveyt, emperyalist İngilizler tarafından aslında Irak’a dahil olan bir bölgeyi petrol kolonisi yapmak üzere ondan ayrılmıştı…] Sonuç malûm, Irak, on yıl boyunca ülkeyi ve toplumu takatsiz, kansız bırakacak yaptırımlara maruz kaldı; artık Amerikan ordusunun ‘şanlı’ istilası için koşullar oluşturulmuştu…
Tüm Baas yönetimleri –son zayıflık dönemi Saddam rejimi de dahil– suçlanabilir ama mezhep çatışmalarını körükledikleri asla söylenemez. Bugünlerde iki mezhep arasındaki kanlı çatışmalardan kim sorumludur? Bir gün gelecek bu katliamların çoğunun CIA’nın [ve tabii MOSSAD’ın] örgütlediğini öğrenmek şaşırtıcı olmayacak. Fakat, bir şey daha var: Saddam rejiminin miras bıraktığı siyasi çoraklık ve onun ilkesiz-oportünist yöntemleri, her türlü odağı iktidar adayı haline getirmiş durumda. Elbette işgalcilerin desteğiyle buna cüret edebiliyorlar. Kimi zaman da işgalcilere en iyi hizmeti kendilerinin sunabileceği naif düşüncesiyle hareket ediyorlar. Söz konusu iktidar adayları, [Sünnî ve Şii] dinî şefler olsun ya da aşiret şefleri veya ABD’den ihraç edilmiş çürümüş işadamları olsun, hiçbiri ülkede bir siyasi tabana dayanmıyor. Irak halkının gözünde güvenilir sayılmıyorlar. Eğer Saddam’ın yarattığı siyasi boşluk olmasa, bunların esamesi bile okunmayacak; kimse bunların adını bile anmayacaktı. Neoliberal küreselleşme tarafından bu yeni politik model karşısında gerçekten halkçı ve ulusal, muhtemelen demokratik başka güçler bir varlık olarak kendilerini dayatabilecekler mi?
Bir zamanlar Komünist Partisi Irak’ta çok önemli bir odak haline gelmeyi başarmıştı ve Irak toplumunun en iyi unsurlarını temsil ediyordu. Komünist Parti ülkenin her yanında örgütlüydü ve çoğunlukla Şii aydınlar dünyasını bünyesinde barındırıyordu [Şiiler özellikle devrimciler ve dini liderler, istisnai olarak da bürokrat ve komprador çıkarıyor!]. Komünist Parti gerçekten halkçı ve anti-emperyalistti; demagojiye pek itibar etmiyordu, potansiyel olarak da demokratikti. Artık kesinlikle tarihten siliniyor mu? Baas’çı dikta rejimi tarafından en seçkin militanları katledilen, Sovyetlerin çökmesi [ki, öyle bir şeye hazırlıklı değillerdi] ve ülkeye Amerikan ordusunun furgonunda dönmeyi içine sindiren aydınlarının tavrına rağmen varlığını sürdürebilecek mi? Bu imkânsız değil, tam tersine “kaçınılmaz” da değil. Maalesef durum böyle…
Türkiye’de ve İran’da olduğu gibi Kürt sorunu Irak’ta da reel bir sorun. Fakat Batılı güçler bu konuda da her zaman tam bir kinizmle hareket ettiler ve soruna tam bir ikiyüzlülükle, “çifte standartla” yaklaştılar. İran ve Irak’ta Kürt taleplerinin ezilmesi için uygulanan şiddet, hiçbir zaman Türkiye’de süreklilik arzeden askeri, polisiye, politik ve moral şiddet düzeyine çıkmadı. Ne Irak’ta ne de İran’da Türkiye’de olduğu gibi Kürtlerin varlığı inkâr edilmedi. Bununla Birlikte NATO üyesi olan Türkiye hoşgörüyle karşılandı. Çünkü Türkiye, medyanın demokratik dediği ulusların örgütü olan NATO’nun üyesiydi. Öyle bir demokratik ülkeler örgütü ki, en büyük demokrat Salazar söz konusu örgütün kurucu üyesiydi. Bu arada cuntacı Türk ve Yunan generallerin demokrasisinin de aynı gruba dahil olduğunu hatırlamamak olmaz…
Çalkantılı tarihinin en iyi dönemlerinde, Komünist Partisiyle Baas’ın oluşturduğu halk cephesi dönemlerinde, Komünistlerin hükümette sorumluluk aldıkları her zaman, belli başlı Kürt partileriyle bir uzlaşma yolu bulunuyordu ki, zaten her zaman onların müttefikiydiler.
Saddam rejiminin anti-Kürt ve anti-Şii sapkınlığı bir vakıaydı. 1990 Kuveyt yenilgisi sonrasında Saddam ordusunun Basra bölgesini bombalaması, Kürtlere karşı zehirli gaz kullanması akla gelen örneklerdir. Bu sapkınlıklar silahlı Washington diplomasisinin manevraları sonucu, durumdan yararlanmak isteyen büyücü çıraklarına verilmiş bir cevaptı. Elbette bu onun sapkın bir canilik ve saçmalık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Fakat Saddam gibi bir diktatörden başka ne beklenebilirdi ki?
Böylesi koşullarda direnişin “beklenmeyen” gücü bir mucize midir? Asla değil. Çok iyi bilinen husus şudur ki, bir bütün olarak Irak halkı [Araplar, Kürtler, Şiiler, Sünniler], işgalcilerden nefret ediyor. Her günkü cinayetleri, işkenceleri, bombardımanları, katliamları yaşıyorlar. Bu koşullarda bir Ulusal Direniş Birliği [adını ne korsanız koyun] tasavvur edilebilir ki, böyle bir birlik, kendini bileşenleri ve ortak programıyla dünyaya ilan eder. Fakat şu ana kadar bu yönde bir gelişme emaresi yok ve bu da anlaşılır bir şey. Zira daha önce değindiğimiz nedenlerden ötürü, Saddam rejiminin daha sonra da işgalcilerin, sosyal ve politik dokuda yarattıkları tahribat ve sosyal dokuda ortaya çıkan yıkım maalesef çok derin. Sonuç itibariyle sebepleri ne olursa olsun bu durum önemli bir handikap oluşturuyor ve bölünmeleri kolaylaştırıyor; oportünistleri cesaretlendiriyor; onları işbirlikçiler haline getiriyor; tabii kurtuluşun hedefleri hakkında da kafa karışıklığı yaratıyor.
Bu handikapı kim aşacak? Komünistler bu iş için uygun durumdalar. Daha şimdiden militanları, şimdilerde kimlerle dans ettiklerini bilmedikleri “liderlerinden” uzaklaşıyorlar. Zaten o liderlerin kimler olduğunu da egemen medya dışında pek bilen yok… İşbirlikçi hükümete destek vererek, direnişe katkı sunduklarını sanıyorlar… Sonuç itibariyle Iraklı komünistler, başka siyasi güçlerle bir cephe oluşturma yolunda önemli inisiyatifler alabilirler.
Zaaflarına rağmen; Irak halkının direnişi daha şimdiden Washington’un [politik ve militer] projesini bozguna uğratmış durumda. İşte Amerika’nın sadık Avrupalı [Atlantist] müttefiklerini endişelendiren de bu. ABD’nin astlaştırdığı ortakları [AB ve Japonya] ABD’nin yenilgiye uğramasından korkuyorlar. Zira bu, güney halklarının gücünü artırarak üçlünün [ABD, AB, Japonya] transnasyonal küresel sermayesini zorlayıp; onları Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının haklarına saygı göstermeye mecbur edecektir.
Irak direnişi, ABD’yi kapandan kurtaracak, ülkeyi çıkmazdan çıkaracak şu önerileri sundu: (i). BM Güvenlik Konseyi’nin desteğiyle geçici bir hükümet kurulması; (ii). İşgal ordusunun ve direnişçilerin saldırısına karşılıklı son verilmesi; (iii). Altı ay içinde sivil- asker tüm işgal güçlerinin ve otoritelerin ülkeyi terk etmesi. Bu önerilerin detayları Beyrut’ta yayınlanan saygın Arap dergisi El Mustakbel El Arabi’de [Ocak 2006] yayınlandı.
Avrupa medyasının bu mesajı yayınlamaktaki mutlak sessizliği, emperyalist ortaklar arasındaki dayanışmanın bir kanıtı sayılmalıdır. Avrupa’nın ilerici ve demokratik güçlerinin görevi, emperyalist üçlünün [ABD, AB, Japonya] bu politikasını mahkûm edip, Irak direnişinin önerilerini desteklemek olmalıdır. Irak halkını düşmanla birbaşına bırakmak kabul edilebilir değildir; aksi halde bu, Batı’dan ve batılı halklardan bir şey beklemek boşunadır görüşüne de haklılık kazandırır. Daha da ötede bu tavır, bazı direniş hareketlerinin kabul edilemez olduğu, dahası canice pratiklerini de onaylamak sonucunu doğurur…
İşgal güçleri ülkeyi ne kadar çabuk terkederse, dünyadaki ve Avrupa’daki demokratik güçlerin desteği de o ölçüde güçlü olacaktır, büyük acılar çeken Irak halkı için daha iyi bir gelecek ihtimali de böylece güçlenecektir. İşgal ne kadar uzarsa sonuç itibariyle mutlaka sonlanması gereken savaşın faturası da o ölçüde ağır olacaktır.

FİLİSTİN

Filistin, Birinci Dünya Savaşındaki Balfour deklarasyonundan beri, yabancı sömürgeci yerleşimin kurbanı olmaya devam ediyor. İster kabul edilsin isterse ikiyüzlüce yok sayılsın, Filistin halkına revâ görülen akıbet “Kızılderili’lerinkinden” farklı değil. Bu proje, ta baştan bölgedeki hakim emperyalist güçler [dün İngiltere, bugün ABD] tarafından koşulsuz desteklendi. Desteklendi, çünkü bölgede bu şekilde oluşturulmuş yabancı bir devlet, onların koşulsuz müttefiki olabilirdi. Bu bakımdan İsrail, Arap Ortadoğu’sunu emperyalist kapitalizmin hâkimiyeti altında tutmanın, bölgeyi emperyalist saldırılara açık hale getirmenin bir aracı olmaya devam etti.
Bu durum tüm Asya ve Afrika halkları için bariz bir gerçekliktir. Bu yüzden de her iki kıtada Filistin halkının haklarının savunusu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Buna karşılık “Filistin sorunu” Avrupa’da Siyonist ideolojinin propagandasının yankı bulması sonucu bölünmelere neden oluyor.

Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi’nin gündeme gelmesiyle birlikte, Filistin halkının hakları hiçbir zaman olmadığı kadar yok ediliyor. Oysa, Filistin Kurtuluş Örgütü [FKÖ], Oslo ve Madrit planlarını ve ABD tarafından kaleme alınan “yol haritasını” kabullenmişti. Asıl İsrail, imzasını inkâr etti ve çok daha cüretkâr bir yayılma planını devreye soktu! Bu durum, Filistin Kurtuluş Örgütünü [FKÖ] zayıflattı; zira kamuoyu haklı olarak onları düşmanın samimiyetine kolayca inanmakla suçlayabilirdi. Hiç değilse başlarda Siyonist işgalci güçlerin rakibi İslâmcı güçlere [Hamas] verdiği destek, Filistin yönetiminin de yolsuzluk batağına iyice saplanması, ki bu konuda “finansörleri” [Dünya Bankası, Avrupa, Sivil Toplum örgütü denilen NGO’lar] eğer işin içinde değillerse en azından susuyorlar; seçim Hamas’ın zaferiyle sonuçlanacaktı ki, bu da İsrail politikalarına “her ne olursa olsun” teslim olmanın ilave bir gerekçesi yapılmıştı!
Siyonist kolonyalist [sömürgeci] proje, Filistin’den başka komşu Arap halkları için de, her zaman bir tehdit demekti. Mısır’ın Sınaî bölgesini ilhak etme arzusu, Suriye’nin Golan yöresini fiilen ilhak etmesi bunun kanıtıdır. Büyük Ortadoğu Projesi’nde İsrail’e önemli bir rol düşüyor. Bir kere bölgede nükleer silah tekeline sahip yegâne ülke olması isteniyor; ikincisi, İsrail teknolojik olarak hiçbir Arap halkının sahip olmadığı yetkinliğe sahip olduğu için “zorunlu müttefik” sayılıyor! Buna mecburî ırkçılık deyin!
Burada Siyonist kolonyalist yayılmaya karşı sürdürülen mücadeleler ve Suriye ve Lübnan arasındaki politik çatışmaların tahliline girmemiz uygun değil. Suriye’nin Baas rejimi kendi tarzına göre, İsrail’in ve emperyalist güçlerin taleplerine direndi. Fakat bu direniş aynı zamanda [Lübnan’ın kontrolü gibi] bazı tartışmalı istekleri de meşrulaştırdı ki, bu tartışmasız öyledir. Bu çerçevede, Suriye Lübnan’daki “müttefiklerini” “en az zararlı olanlar” arasından seçmeye özen gösterdi. Komünist Partisi, Güney Lübnan’a yönelik baskınlara [su yatağının da değiştirilmesi dahil] karşı bir direniş hattı oluşturmuştu. Yoğun bir işbirliğiyle İran, Suriye ve Lübnan iktidarları bu “tehlikeli üssü” çökertip onun yerine Hizbullah’ı ikame ettiler. Refik El Hariri’nin katledilmesi de emperyalist güçlere [ABD ve arkasındaki Fransa] bir müdahale fırsatı verdi ki, bunun iki amacı vardı: Suriye’ye nihai olarak vasallaşmış Arap devletleri [Mısır, Suudi Arabistan…] safında yer almayı kabullendirmek ve eğer bu gerçekleşmezse bile çürümüş Baas’tan kalan ne varsa yok etmek; Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını dayatarak, Siyonist akınlarına karşı son direniş odaklarını da yok etmek. İşte demokrasi söylemini bu bütünlük içine yerleştirmek gerekiyor…

İRAN

Aynı şekilde buradaki amacım “İslâm Devrimi’nin” gerektirdiği tahlili yapmak değil. Söz konusu devrim, gerçekten kendini ilân ettiği gibi miydi; Politik İslâm çevrelerinin ve yabancı gözlemcilerin ekseri ileri sürdükleri gibi, tüm bölgeyi, daha da ötede tüm İslam âlemini kapsayacak bir evrim sürecinin başlangıcı mıydı? Yoksa Şii’lere ve İran milliyetçiliğine özgü bir duruma mı denk geliyordu?
Burada sadece sorunun bizi ilgilendiren yanıyla ilgili iki gözlem yapmakla yetineceğim. Birincisi şu: İran’daki İslâmi politik rejim, kapitalist sisteme entegre olmaya engel değil, küreselleşmiş kapitalizmle bütünleşmesine mâni bir şey yok. Rejimin dayandığı temel, liberal ekonomik yönetimle çelişmiyor; İkincisi, bu haliyle İran ulusu “güçlü bir ulus”, onu oluşturan unsurlar, emekçi sınıflar ve yönetici sınıflar, ülkelerinin küreselleşmiş kapitalist dünya sistemiyle tâbi; [bağımlı] bir pozisyonda bütünleşmesini istemiyorlar. Elbette İran gerçeğinin bu iki boyutu arasında çelişki var ve yabancı dayatmaları karşısında direnme arzusuna dayanıyor.
Her zaman olduğu gibi İran milliyetçiliği – güçlü ve bana göre tarihsel olarak da pozitif- birbiri ardından gelen Şah ve Humeyniciliğin giriştiği bilimsel, endüstriyel, teknolojik kapasitenin modernleşme başarısını da açıklıyor. İran, Güney’in “milliyetçi burjuva” bir projeye sahip [Çin, Kore, Brezilya, belki başkaları…] ender ülkelerinden biri. Elbette uzun vadede böyle bir proje mümkün mü değil mi, [ki, bana göre değildir] o ayrı bir tartışma konusu ve bizim buradaki sınırlı amacımızı aşıyor. Lâkin böyle bir proje mevcut ve yerli yerinde duruyor.
İşte İran, uluslararası camiada saygı değer bir taraf olarak var olma niyetini ortaya koyduğu, eleştirel bir tavır geliştirme basiretine sahip olduğu içindir ki, ABD onu bir “önleyici savaşla” yıkmaya karar verdi. Bilindiği gibi çatışma, İran’ın geliştirdiği nükleer kapasitesiyle ilgili. Neden bu ülke de –diğerleri gibi- nükleer kapasiteye, dahası nükleer bir askerî güç olma hakkına sahip olmasın? Hangi gerekçeyle emperyalist güçler ve onların oyuncağı İsrail, kitle imha silahına sahip olmayı kendilerine ait bir hak sayıyorlar? Demokratik ulusların onu asla kullanmayacağı; ama “haydut devletlerin” kullanacağına dair görüşe itibar edilebilir mi? Üstelik söz konusu “demokratik” ulusların modern zamanlarda en büyük jenositleri yaptıkları biliniyorken –kaldı ki, buna Yahudi jenosidi de dahildir- . Daha da ötede, ABD daha önce atom silahı kullanmış bir devlet ve bugün nükleer silahların mutlak ve genel kullanımının yasaklanmasına da karşı çıkmaya devam ediyorken!



6. Demokrasi İçin Mücadelenin Muğlaklığı

Politik İslam’ı dini bir hareket olduğu için gerici saymıyorum. Kaldı ki, Polonya’da Papalığın yaptığı gibi, bilinen anlamda dinî kesimleri belirli politik amaçlar için harekete geçirmek gibi bir durum da söz konusu değil.
Buna karşılık, gerçekten dinî ama açıkça ilerici hareketler de var. ‘Kurtuluş Teolojisi’* [Özgürlük Teolojisi] bunun en canlı örneğidir. Söz konusu hareket, hiç tereddüt etmeden tüm sosyal mücadelelerde emekçi sınıfların yanında yer alıyor. Bu nitelikte bir İslâmî solu tasavvur etmek elbette mümkündür; ama şimdilik ortada öyle bir hareket yok. İslam dünyasında böyle bir hareket Mahmut Taha tarafından başlatılacaktı; ama daha civciv yumurtadayken ezildi. Mahmut Taha’nın ortaya attığı fıkh el tahrir, kurtuluş teolojisinin, özgürleşme teolojisinin densin Arapçadaki eşanlamlısıydı [synonyme]. Mahmut Taha İslamcılar tarafından öldürüldü [asıldı] ve İslamcı olduğunu söyleyen hiçbir eğilim, hiçbir örgüt ve şahsiyet bu duruma en ufak bir tepki göstermedi…
Geride kalan sayfalarda Politik İslam’la ilgili dile getirilen görüşler mutatis mutantis, politik Hinduizm ve politik Budizm için de geçerlidir. Hindistan’da liberalizm yanlısı komprador sağ, oylarını eski Kongre Partisi’yle Politik Hinduizm arasında bölüştürüyor!. Bush kliği tarafından harekete geçirilen Dalay Lama’nın zırvalıkları ‘iyiler kampında’ sayılıyor ve Şeytan’a karşı harekete geçiriliyor, ‘ilerici’ örgütlerin çoğunluğu tarafından da teveccühle karşılanıyor.

Gerici hareketler sadece dinî bir görüntü altında ortaya çıkmıyorlar. Yalancı bir parlaklığın gerisindeki uyduruk bir “gerçek etnisite” söylemiyle de arz-ı endam ediyorlar. Hırvatlar, Bosna Müslümanları, Kosovalılar, Baltıklılar kendilerini aynı Afrika’dakiler gibi ulusal bağımsızlık hareketleriyle ortaya çıkan ulus devletin yerine, bir etnik veya cemaatçi aidiyetle yetinme yolunu seçiyorlar. Tüm bu milliyetçilikler milliyetçilik değil; zira ABD’nin sopasıyla dayatılan neoliberal küreselleşme saldırısına karşı duruşu temsil etmiyorlar. Tam tersine transnasyonal denilen şirketlerin yaptıkları herşeyi, ABD’nin ve NATO’nun silahlı diplomasisini koşulsuz destekliyorlar. Onların milliyetçiliği; sadece komşularına karışıdır ki, o da zaten emperyalizmin halkları bölme ve zayıflatma stratejisinin hizmetindedir. Bu tür hareketleri kendilerine haksızlık edenlere karşı seferber oldukları için desteklemek, çeşitliliği kötü yönetmektir. Elbette söz konusu talepler haklı olabilir ve ekseri öyledir de, ama bu tarz yaklaşımlarla çıkmazdan kurtulmak mümkün değildir. Anti-demokratik ve etnokrasiye dayalı bu tür hareketler, sadece emperyalizmin aktarma kayışı [courroies de transmission] işlevi görüyor, daha fazlası değil.
Sosyal hareketler ekseri çok boyutlu değil ve sadece mücadele ettikleri alanlara hapsolmuş durumdalar. Kendi ilgi alanları dışındaki dünya’ya gözlerini kapıyorlar. Bir sendika, bir feminist örgüt, bir ekoloji derneği ne ise öyle kalıyor. Üstelik bu durumdan rahatsızlık da duymuyorlar. Oysa, bir başlarına ve yaptıkları veri iken bunların herhangi bir başarı şansı yoktur. Mesela kapitalist yeniden üretim mantığının dışına çıkmadan kadın-erkek eşitliği diye bir şey mümkün müdür? Kısa vadede kâr güdüsü dışında hiçbir kaygı taşımayan finansal mantık olduğu yerde durdukça, herhangi bir ekolojik hareketin gerçekten bir şeyler başarması mümkün müdür?
Bunun ötesinde, seçilen mücadele alanının özgüllüğü de söz konusu aktörler için bir stratejik tutarsızlık anlamına geliyor. Bu koşullarda yürütülen bir hareketin ilerici olup olmadığı sorusu tartışılmayı gerektirir. Nitekim bu bağlamda “demokratik siyasi talepler” için mücadele ettiğini söyleyen çok sayıda örgütün toplumlarını demokratik dönüşümler istikametinde ilerletmesi mümkün değil. Bunların daha çok geriletici bir işleve koşulduklarını kaydetmek gerekir. Hemen aklıma Gürcistan ve Ukrayna gibi eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki [gül, turuncu, vb.] türü sözde devrimlerin tetikleyicisi hareketler geliyor. Elbette bu hareketlerin, insanları ayaklanmaya çağırdıkları rejimlere yönelttikleri eleştiriler haklı eleştirilerdir. Dolayısıyla yaptıkları eleştiri tamamıyla doğru. Fakat bu hareketler demokratik taleplerini neoliberal küreselleşmeye mutlak katılım çerçevesinde dillendiriyorlar. Bu trajik deneyler, bize, sosyal mücadele ile demokratik mücadele hedefinin asla birbirinden ayrılamayacağını bir defa daha hatırlatıyor. Buradan şu sonuç çıkar ki, tüm “demokratik” etiketine rağmen söz konusu hareketler tartışmasız gerici hareketlerdir.
Elbette bu tür “demokratik hareketlerin” varlık nedeni kolayca ortadan kalkacak gibi değil. Birçok Asya ve Afrika ülkesindeki aşırı demokrasi zaafı ortadayken, bu tür hareketler de var olmaya devam edecektir. İşte bu koşullarda ABD ve astlaştırdığı Avrupalı müttefikleri “demokrasiyi geliştirme” yanılsamasını canlı tutmayı başarıyorlar. Hiçbir asgarî demokrasi inancına sahip olmayan Asya ve Afrika’daki komprador burjuvaziler nasılsa ve birden bire “liberal demokratlığa” terfi ettiler ve tabi Washington’dan alkış aldılar. Artık “değişim” için harekete geçilebilirdi [Mısır’da düşüşteki tekno- bürokrasinin yerini yükselen Politik İslam’ın alması gibi…] Bu liberaller daha baştan ekonomik ve sosyal neoliberalizme sadakatlerini beyan ettiler ve Washington’un silahlı diplomasisi safında yer aldıklarını ilân ettiler…

7. Sonuç: Ortadoğu ve Başka Yerlerdeki Gerçek ve Sahte Çatışmalar

Tüm modern çağı belirleyen temel çatışma [sömürülen, ezilen, hâkimiyet altında tutulan] emekle, [sömürücü egemen] sermayeyi karşı karşıya getiren çatışmadır. Elbette politik ve sosyal arenadaki tüm çatışmaların doğrudan bu temel çatışmadan kaynaklandığı, sadece ona “indirgendiği” söylenemez. Aynı şekilde, tarihsel aktörlerin bu bütünlüğü [eklemlenmeyi] kapsayıcı-kavrayıcı bir yaklaşım içinde oldukları, öyle bir misyona cevap verdikleri, hatta ona ilgi duydukları da söylenemez. Söz konusu emek-sermaye çatışması gerçekte var olan kapitalizmde, egemenlik altındaki çevre–egemen merkez çelişkisi şeklinde tezahür ediyor. Elbette bu, çevre ve merkez toplumlarının homojen bloklar olduğu anlamına gelmez, tam tersine her ikisi de aynı temel çelişkiyi kendi tarzlarında yaşıyorlar, o kadar. Benim anlayışıma göre, tarihsel materyalizmin amacı tüm bu eklemlenmelerin [articulations] işleyişini tahlil etmek ve oradan hareketle de uzun erimli bir sosyalist, hümanist, enternasyonalist, üniversalist perspektif için ne tür olumluluk ve olumsuzluklar içerdiğini ortaya koymak olmalıdır.
Sahnenin önünde gerçekleşen çatışmalar, ileri sürüldüğü gibi gerçek çatışmalara tekabül etmiyor. Bunlardan önemli gördüğüm üçüyle ilgili şunları söyleyebilirim.
Birincisi: Lider ABD tarafından formülasyonu yapılan kollektif emperyalizm üçlüsünün sistematik olarak geliştirdiği politik stratejiden başka bir şey değildir. Ezilenler kampındaki sosyal hareketler onun temalarını benimseyip ete kemiğe büründüğünde, söz konusu politik strateji tartışmasız bir gerçeklik haline geliyor.
İkincisi: Her türlü otokrasiye ve zulme karşı yürütülen demokrasi mücadelesi, ne sömürünün kurbanı işçilerin ve halk sınıflarının, ne de ezilen halkların mücadelesinden asla ayrılabilir değildir. Oysa bugün böyle bir ayrımdan doğan ve ayrıma rağmen bir şeyler başaracaklarını sanan sosyal ve politik hareketler var. Benim iddiam odur ki, böyle bir yaklaşım içinde olan ilgili sosyal hareketler egemen sermaye tarafından manipüle ediliyorlar ve bizzat demokrasi davasına bile hizmet etmeleri mümkün değildir. Her ne kadar ABD ve Avrupa kamuoyu ülkelerinin “demokrasi lehine” müdahalelerinin samimiyetine inansalar da, Asya ve Afrika’da bu demokrasi retoriğine kimse itibar etmiyor.
Üçüncüsü: Kulağımızı sağır edercesine tekrarlanıp duran “terörist” ve “uygar” çatışmasına gelince, aslında bu emperyalizmle emperyalizmin egemen olmak istediği halklar arasındaki asıl çatışmayı yok sayma ve gizleme işlevi görüyor. Amerikan yönetimi yaklaşık 20 yıldan beri bu “yeni düşmanı” peydahlamaya çalışıyor. Öyle bir “teorik” söylem oluşturuluyor ki, kimi “özel” örgütler kitle imha silahına sahip olabilir ve “haydut devletlerin” olası desteğiyle de bunları kullanabilir… Bu söylem gerçekten de fiilen terörist grupların ortaya çıkmasını sağlıyor [CIA tarafından aşırı İslâmî fundementalistlerin desteklenmesi, ya da bu örgütlerle ‘pasif’ işbirliğiyle 11 Eylül’deki gibi saldırının ve yasal düzenlemelerin gerekçesi oluşturuluyor. Yasal düzenlemelerin o kadar hızlı yapıldığına bakarak, bu iş için çoktan hazırlanmış olduklarını söylemek mümkündür.]
Modern Dünya Sisteminin [Batılı güçlerin] 1492’den beri üç kıtayı oluşturan çevreye müdahaleleri, ileri sürülen saikler ne olursa olsun, emperyalizmi dayatmak içindi. Şimdilerde “demokrasi ihracı”, “terörle mücadele“ gibi saikler de eski “uygarlaştırıcı misyon” söyleminden daha inandırıcı değil. Bugün Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yapılan müdahalelerin dramatik sonuçları ortadayken, isterse Birleşmiş Milletler’in bir kararının arkasına gizlensin; ABD’nin ve NATO’nun hiçbir müdahalesi nerede olursa olsun [Avrupa’daki Yugoslavya dahil], gerekçesi ne olursa olsun [insani, vb.] kabul edilebilir değildir. Avrupa’nın demokratik güçlerinin yapması gereken, NATO’nun lağvedilmesini, Amerikan üslerinin sökülüp atılmasını ve işgal güçlerinin derhal Afganistan, Irak ve Filistin’den çekilmesini talep etmek olmalıdır. Bu bağlamda Bamako Çağrısına [18 Ocak 2006] bakılabilir.*
Elbette Avrupa’nın demokratik güçlerinin sorumluluğu ne kadar önemli olursa olsun bu, Güney ülkelerinin, özellikle de Arap ülkeleri, demokratik güçlerinin kendi sorumluluklarını unutturmamalıdır.
Bugün Ortadoğu bölgesinde “politik çatışma” üç grup gücü karşı karşıya getiriyor: Milliyetçi geçmişi ihya etmek isteyenler [aslında ulusal-popülist dönemin kalıntıları, çürümüş, yoz bürokratik unsurlar]; politik İslamcı olduğunu söyleyenler; bir de liberal ekonomik yönetimle “uyumlu” demokratik taleplerle ortaya çıkmaya çalışanlar. Ulusun ve emekçi sınıfların çıkarlarına dair kaygı duyan bir sol hareket için bunların hiçbirinin iktidarı arzulanır bir şey değildir. Aslında bu üç “eğilim” de emperyalist sisteme yamanmış komprador sınıfın çıkarlarını temsil ediyorlar. Amerikan diplomasisi de bu üçünü birbirlerine karşı kullanarak aralarındaki ‘çelişkileri’ kendi lehine kullanmak üzere sürekli “demiri sıcak tutuyor”. Biriyle veya diğeriyle ittifak yapıyor, birini diğerine karşı kullanıyor [mesela Politik İslam’dan çekindiğinde mevcut rejimin ayakta kalmasını tercih ediyor, ya da birinden kurtulmak için diğerini ona karşı destekliyor, başarısız olacağını anladığında o rejimden kurtulmak için diğerini destekliyor]. Solun mücadele alanında kendini var edip dayatarak; emekçi sınıfların ekonomik ve sosyal haklarını, demokrasiyi ve ulusal egemenliği savunması gerekiyor ki, bunlar ayrılmaz bir bütünlüktür.
Bugün “Büyük Ortadoğu” bölgesi, emperyalist liderleri dünya halklarıyla karşı karşıya getiren çatışma için merkezî bir öneme sahiptir. Washington’un projelerini boşa çıkarmak, nerede olursa olsun dünya halklarının ilerlemesinin koşuludur. Bu gerçekleşmediği takdirde tüm olumlu gelişmeler aşırı derece tehlikeye girecektir. Elbette bu, dünyanın başka yerlerindeki [Avrupa, Latin Amerika ve başkaları] mücadeleleri hafife almak değildir. Bu sadece şu anlama geliyor, Washington ilk canice vuruşunu bölgeye yöneltmiş durumdadır ve soruna global bir perspektiften bakıldığında son derece önemlidir…





Çev: Fikret Başkaya



* Théologie de la Libération’u Türkçede ‘kurtuluş teolojisi’ şeklinde ifade etmeyi uygun buldum (ç.n.)

* Söz konusu çağrı için bkz: Bu kitabın 5’inci bölümü [ç.n.]

Aktaran:Haldun Hakman/Özgür Üniversite`den

Kategori:Yazılar ve Şiirler