Modernizm Postmodernizme Karşı: Çatışmanın Ortasındaki Marksizm-Ali Osman Alayoğlu-1
“1970`li yıllarda bir dizi düşünürün Marksizm adına başlattığı `hareket`, 1980`li yıllarda rüştünü ispat ederek (ve açıkça Marksizmin dışına çıkarak) `postmodernizm`e dönüştü. Tarihsel gelişim açısından bakıldığında, yaşanan, en çıplak (ve karikatürize) haliyle buydu. Postmodernizmin doğuşuna öncülük edenlerde (Marksizm adına yola çıkmışlardı) ve postmodernistlerin kendilerini ifade etme biçiminde (modernist gördükleri Marksizmin dışında konumlanma) Marksizmle, görmezden gelinemez bir iç içe geçme hali bulunmakla beraber, postmodernizmin düşmanı (ya da dostu), Marksizm değil modernizmdi. Marksizm kendisini modernizme (Aydınlanmaya) karşı şiddetli postmodern saldırının yarattığı çatışmanın ortasında bulmuştu.
Çatışmayı başlatan postmodernistler eski Marksistti (Lyotard, Baudrillard). Postmodern teorisyenlerin, modern değerlere modern yollarla ulaşmanın mümkün olduğunu savunan en ciddi modernist hasımları da ya kendilerini bir şekilde `hala` Marksist olarak adlandıran ya da Marksizmden gelen teorisyenlerdi (Habermas, Benhabib). Kapitalizmin yeni bir aşamasının kültürel mantığının postmodernizm olduğunu savunan, yani yeni bir evre olarak `postmodernlik`i benimseyen postmodern Marksistler çatışma alanındaki önemli bir mevziyi elinde tutan bir başka ekipti (Jameson, Harvey, Marksizmle bağları artık zayıf olmakla birlikte bir bağlamda Hardt ve Negri). Bunun yanı sıra, -aralarında bazı temel farklar olmakla birlikte- yeni bir postmodernlik evresinde olunduğunu reddeden, yaşananı kapitalizmin daha tam biçimi olarak görenler de bir tür doktriner ve modernist Marksizm savunusuyla belirli çevrelerin beklentilerini karşılıyordu (Wood, Eagleton). Bir de, modernizmle postmodernizm arasındaki çatışmadan ziyade Marksizmden koparak post-Marksist konum alışlarıyla öne çıkanlar bulunuyordu (Laclau, Mouffe). Bu sonuncular, modern değerlere postmodern araçlarla varmayı önermekteydi. Özetle çatışmanın aktörleri `hem biyografik hem de düşünsel olarak` Marksizmle bulaşıktı.
Modernizmle (dolayısıyla Aydınlanma düşüncesiyle) `yeni` ve `hoyrat` postmodernizm arasındaki -Marksizmle alabildiğine bulaşık- söz konusu çatışmada Marksist bir konum almanın ne anlama geldiği yakıcılığını hala koruyan bir soru olarak karşımızda duruyor. Üstelik Marksizm tüm bu dönem boyunca derin bir kriz içindeydi ve halihazırda kriz sürmektedir.
Yani Marksizmi konu bağlamında sağlıklı bir şekilde ele alabilmek için öncelikle postmodernizm ile modernizm arasındaki çatışmanın nedenlerini, iki tarafın saldırı ve savunma araçlarını genel hatlarıyla tanımlamak gerekmektedir. Postmodern bir evrede olduğumuzu açıkça -üstelik iktidarı da dahil ederek- dile getiren, Avrupa`nın teorik ve politik açıdan önde gelen siması Negri`nin, Hardt ile birlikte kaleme aldığı eserde, postmodern söylemlerin, dolayısıyla modernizme karşı postmodern saldırının mahiyeti hakkında belirttikleri ön açıcıdır: “Postmodernizm bayrağı altında toplanmış sayısız söylem hakkında bir genelleme yapmak zordur; ama bunların çoğu, en azından dolaylı bir biçimde, Jean-François Lyotard`ın modernist büyük anlatılar eleştirisi, Jean Baudrillard`ın kültürel simülakrı olumlaması ya da Jacques Derrida`nın Batı metafiziği eleştirisine dayanıyor. En temel ve indirgemeci bir formüle döktüğümüzde, postmodernist teoriler birçok yandaşı tarafından tek bir ortak bölenle tanımlanır: Genel bir Aydınlanma saldırısı. Bu açıdan bakarsak eylem çağrısı bellidir: Aydınlanma sorundur, çözümü ise postmodernizmdir.”[1]
Asıl sorunun Aydınlanma (modernizm) olduğu ve postmodernizmin ona karşı argümanlar geliştirdiği ortadadır. Aydınlanma merkeze alınarak bakıldığında ise söz konusu kamplaşma şöyle ifade edilebilir: “Kimileri, Habermas gibi, hedefleri konusunda yüksek derecede bir kuşkuculuk, araçlar ve amaçlar arasındaki ilişki konusunda epeyce tereddüt ve böyle bir projeyi günümüzün ekonomik ve politik koşulları altında gerçekleştirme olanağı konusunda bir ölçüde karamsarlık besleseler bile, projeyi desteklemeye devam ediyorlar. Kimileri ise insanlığın kurtuluşu adına Aydınlanma projesini bütünüyle terk etmemiz gerektiğinde ısrar ediyorlar.”[2]
Postmodernizme şüpheyle yaklaşan çağdaş Marksizan teorisyenlerden biri olan Perry Anderson`ın, modernitenin kendini meşrulaştırmak için dayandığı iki büyük üst anlatıya, Fransız olan insanın öyküsü ve Alman olan tinin serüvenine duyulan güvenin sarsılmasının postmodern durumun tanımlayıcı özelliği olduğunu belirtirken[3] ifade ettiği de modernizme karşı postmodern bir konumlanıştan, Hardt-Negri`nin dikkat çektiği “genel bir Aydınlanma saldırısı”ndan başka bir şey değildir.
Eagleton, postmodern Aydınlanma saldırısını gerçekleştirenlerin saldırdıkları / savundukları unsurları genel hatlarıyla ortaya koymaktadır: “Postmodernlik klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik nosyonlarından, evrensel ilerleme ya da kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çerçeveler, büyük anlatılar ya da nihai zeminlerden kuşku duyan bir düşünce tarzıdır. Aydınlanma`nın bu normlarına karşı dünyanın olumsal, temelsiz, çeşitli, istikrarsız, belirlenmemiş nitelikte ve bir dizi dağınık kültürlerden ya da yorumlardan ibaret olduğunu bildirir;…”[4]
Söz konusu çatışma ve çatışmanın unsurları merkeze konularak Teori ve Politika`da benimsenen Marksizm anlayışı ele alındığında, bizim Marksizm anlayışımızla `ne İsa`ya ne de Musa`ya yaranmanın mümkün olduğu` açıkça görülecektir.
Bir modernist için Teori ve Politika`nın benimsediği Marksizm anlayışı postmoderndir.
Marksizmin özcü olmadığını Althusser`e katılarak açıkça savunuyor, özne kategorisini net bir şekilde reddediyor, öznesiz ve ereksiz bir süreçten bahsediyoruz. Modernist ikiliklerin ve bu ikilikler arasında kurulan felsefi `diyalektik`in (özne-nesne diyalektiği) karşısında yer alıyoruz. Bilginin gerçeğe tekabüliyeti anlamına gelen doğruluk kategorisini (`klasik hakikat`, `nesnellik`) reddediyor, bilimin bilgi nesneleriyle yapıldığını belirtiyoruz. Politik düzeyde sınıfın ayrıcalıklı bir konumu olduğu iddiasını benimsemiyoruz. Dolayısıyla, bırakalım 1968`de büyük sükse yapan `yeni toplumsal hareketleri`, tüm ezilen hareketlerine politik dinamizm ve konjonktürel önem arz ettikleri oranda `eşit` yaklaşıyoruz. Politik düzeyin olumsal olduğunu ısrarla vurguluyoruz. Tinin diyalektiği ya da Marx`taki görüntüsüyle özgürlükten zorunluluğa geçiş üzerine kurulu Hegelyan sistemi (bu “büyük anlatı”yı) net bir şekilde reddediyoruz. Emperyalizmin yeni bir aşamasından (en çıplak şekliyle Yılmaz Sezer`in `tekelci emperyalizm`[5] tanımında karşılığını bulur), yani yeni bir dönemden, dolayısıyla yeni döneme uygun politika anlayışından bahsediyoruz.
Bir postmodernist için Teori ve Politika`nın benimsediği Marksizm anlayışı moderndir.
Marksizmin özcü olmadığını, ekonominin son kertede değil her kertede belirlediğini savunarak (düzeyler arası hiyerarşinin reddini reddederek) dile getiriyoruz. Yani altyapı-üstyapı dikotomisini koruyor, altyapının üstyapıyı belirlediğini ifade ediyoruz. Tarih bilimi dahilinde düşünüyor (yani bir büyük “bilimsel anlatı”yı benimsiyor), tarihin zorunlu olarak bir yerden gelip bir başka yere doğru gittiğini öne sürüyoruz. Özetle, özcü, dolayısıyla erekselci olmayan, ama sonuna kadar determinist bir anlayışı benimsiyoruz. Nesnel bilginin olanaklılığını, “bilimsel olmayan bir bilgi bilgi değildir” (G. Canguilhem) diyerek savunuyoruz. Bilimsel düzeyde tarihin motorunun üretici güçler olduğunu belirtiyor, sınıfların varolduğu toplumsal düzeyde sınıfsal olmayan, sınıf üstü tek bir şeyin bile bulunamayacağını dile getiriyor, `her şey sınıfsaldır` diyoruz (Teoride sınıf-dışı unsurlara postmodern ilginin karşısında yer alıyoruz). Yola çıkarken yayınladığımız `Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı`nın[6] ismi bile Fransız ekolünün hakim olduğu postmodern ekibin yargıçlarının bizi mahkum edip giyotine göndermeleri için yeterlidir.
Teori ve Politika`nın benimsediği Marksizm anlayışı ne modern ne de postmoderndir.
Savunduğumuz Marksizm, modernist bir Marksistin postmodern, hatta post-Marksist diye eleştireceği, postmodern düşünceye yakın olanların nezdinde ise ortodoks, `büyük anlatıcı`, determinist, dolayısıyla indirgemeci olarak kaydedilecek bir Marksizmdir. Hatta, modernist Marksistlere, bizi postmodernistlerden uzaklaştıran temel önermelerimiz huzur değil rahatsızlık verecektir. Ekonominin son kertede değil her kertede belirlediği saptamamız, determinizm anlayışımız onlara fazlasıyla diyalektik dışı gelecek, dahası sınıf dışı bazı çelişkilerin olabileceğini dile getirdikleri için sınıfa teorik düzeydeki yaklaşımımızı da `aşırı` bulacaklardır. Böylece büyük bir nefretle baktıkları postmodern eleştiriyle `bir nebze de olsa` ortaklaşacaklardır.
Marksizmin Descartes`e kadar uzanan modernizmle çağdaş olması zorunlu olarak modern bir teori olmasını gerektirmez. Marksizm bir tür modern teori değildir ve bunun, modern bir teori olduğu için onu eleştirerek mahkum eden postmodernistlerle, modern değerlere sarılarak onu modern bir teori olarak savunan modernistlere karşı ısrarla dile getirilmesi gerekmektedir.
Marksizmin ne modernist ne de postmodernist olduğunu söylemek akmaz kokmaz bir varlık olarak ikisine de bulaşmadan yaşayıp gittiği anlamına da gelmez. Bir çatışma varsa içinde olacağız, seyredip ahkam kesmek bizden uzak olsun! Marksizm yaşamaktadır ve kendisini `durum`lara (`modern durum` varsa ona, `postmodern durum` varsa ona) uygun hale getirmektedir. Marksizm bu açıdan elbette hem modernizm hem de postmodernizmdir.
Ryan, Marksizmi iyi kavramıştır: “Tarihsel bir teori ve pratik tarzı olarak Marksizm başlangıcından itibaren tereddüt içindedir, yani, tarihin karşısına çıkardığı şeylere göre genişlemeye açıktır.”[7]
* * *
Best-Kellner, modernliği takip eden yeni bir çağı betimlemek için `postmodernlik` terimini öneriyor. Modernizm ile postmodernizm arasındaki epistemolojik tartışmaları içeren boyutu ise `modern teori` ile `postmodern teori` terimleriyle karşılıyor. Benzer bir şekilde `modern politika` ile `postmodern politika` tanımları dahilinde politik farklılıkları tanımlıyor.[8] Best-Kellner`in tasnifi uygundur ve kullanılacaktır.
Postmodernizmi, Lyotard, Baudrillard, Jameson, Laclau ile Mouffe ve Habermas üzerinden genel hatlarıyla, postmodernlik ve postmodern teori ile modern teorinin karşılaştırılması temelinde ele alacağız. Özellikle yeni bir çağ olarak postmodernlik üzerine odaklanacağız.
Bunun yanı sıra postmodernizmin doğuşunun politik gerekçelerini ortaya çıkardığı öne sürülen 1960`lara genel hatlarıyla değineceğiz.[9]
Yeni bir evre olarak postmodernlik tespitine Baudrillard ile Lyotard`ın tanımladığı kopuştan ziyade özellikle Jameson`ın kapitalizmin yeni aşamasının kültürel mantığı olarak postmodernizm anlayışı üzerinden eğileceğiz.
Jameson`ın postmodernliği tanımlayışından hareketle 1960`lara ilişkin yaklaşımı bağlamında kendisinin sınıfçı, Hegelci Marksizm anlayışını sorgulayacağız. Bir anlamda da postmodernistler tarafından hedef tahtasına konulanın Hegelci bir Marksizm anlayışı olduğuna dikkat çekerek, postmodern eleştirilerin asıl muhatabının Hegelci Marksistler olduğunu belirtmiş olacağız.
Ayrıca yeni bir çağ olarak postmodernlik tespitinden destek alan postmodern teorideki öz ve sınıf gibi terimlerin reddinin tarihselci bir nitelik taşıdığına dikkat çekeceğiz. (Bu saptamalar aynı zamanda “modern bir teori olarak Marksizm”in reddi için de kullanılmaktadır.) Felsefi kategoriler tarihsel gerekçelerle reddedilmekte ve yenileri kabul edilmektedir.
Son olarak, hem modernistler hem de postmodernistlerin bilgi ile gerçek arasında kurdukları tarihselci ilişki sorunludur. Dolayısıyla modern ve postmodern teorinin determinizm, felsefi ikilikler, doğruluk kategorisi vb. üzerinden eleştirel bir okumaya tabi tutulması gerekmektedir. Böylesine devasa bir işi bu yazı karşılayamamaktadır; sadece yeri geldiğinde konuya vurgu yapılmaktadır.
Postmodernliğe geçişte 1960`lar
Yeni bir çağ olarak postmodernliğe geçişin başlangıcı diye büyük bir oydaşmayla 1960`lı yıllar gösterilmektedir. Jameson o dönemin yarattığı etkiyi şu sözlerle ifade etmektedir: “1960`lar bir şekilde daha ileri bir modernite demenin gereksiz görüldüğü her türden önemli değişiklikler getirdi.”[10] Ancak denilebilir ki, söz konusu dönemde dünya genelinde yaşanan toplumsal hareketlilik ve `her türden değişiklik`, postmodernlik bağlamında, sadece kıta Avrupa`sındaki, özellikle Fransa`daki `yeni toplumsal hareketler` ile sınırlı bir algılamanın konusu olmuştur. Modern-postmodern çatışmasında taraflardan biri olan ya da konuyla ilgilenen hemen herkes, kendi yaklaşımını, söz konusu döneme, olumlu ya da olumsuz anlamda, ama sınıfsal bağlamda gönderme yaparak inşa etmiştir.
Postmodernistlere sorarsanız 1960`larda `yeni toplumsal hareketler` modern özneyi parçalamış, böylece modern teori ve politika, özellikle “Marksist sınıf politikası”[11] miyadını doldurmuştur.
Postmodernizmi pek de sıcak karşılamayanlara, mesela Marksizmin sınıf politikasının geçerliliğini koruduğunu (unutmamak gerekir ki postmodernizmi sıcak karşılayan Marksistler arasında da sınıf ısrarı mevcuttur), modern değerlerin önemini hala sürdürdüğünü, yeni bir çağa girildiği iddialarının anlamsız olduğunu savunanlara bakarsanız, 1960`ların en azından postmodernizm denilen `illetin` sahneye çıktığı yıllar olarak görüldüğü, dolayısıyla önemsendiği ortaya çıkmaktadır.
Birçoğu postmodernizmi 1960`larda yaşanan politik yenilginin ürünü bir ideoloji olarak ifade etmektedir. Mesela Alex Callinicos, postmodern söylemin Batılı işçi hareketinin geri çekilmesi ve `aşırı tüketimci` dinamiklerin karakterize ettiği bir dönemin ürünü olduğunu iddia eder. Perry Anderson da genelde Batı solu ve özelde postyapısalcılık için bu tür gerekçeler öne sürer.[12] Eagleton`a göre ise “Postmodernizm, kaynağı ne olursa olsun (…) bir politik fiyaskonun ürünüdür.”[13]
Postmodern çağa geçişin miladı olarak görülen 1960`ları ve sonrasını Marksizmdeki gelişmelerden ayrı ele almak mümkün görünmemektedir. Eğer yaşanmışsa, geçişin, Marksizmin merkezde olduğu bir süreç dahilinde gerçekleştiği iddia edilebilir.
1960`lardan itibaren aydınların Marksizmden uzaklaşmasına tanık olunduğu açıktır.[14] Best-Kellner, Fransa temelinde Marksizmden yüz çevirmeyi, Komünist Parti`nin dogmatik tavrı ve “Mayıs 1968`de rol oynayan politik güçlerin karmaşıklığı”na bağlar. Artık Marksizm aydınlara toplumsal gerçeğin analizinde gereğinden fazla katı görülmektedir.[15] Ortaya çıkan `yeni sol` “kendini, (özellikle geleneksel komünist partilerin ve `ortodoks` Marksizmin temsil ettiği) eski sol politika ile tekelci sermayenin ve bürokratikleşmiş kurumların (devlet, üniversiteler, sendikalar vb.) çifte cenderesinden kurtarma mücadelesiyle…”[16] ifade etmektedir.
Söz konusu dönemde Marksizmin yaşadığı başarısızlıklardan destek alarak 1970`li yılların başında cepheden saldırıya geçen `yeni felsefeciler` (Andre Glucksmann, Bernard Henri-Levy) ortaya çıktığı gibi, Marksizmin sınıf politikasının açıklayamadığını düşündükleri şeyleri açıklama yönünde -`yeni felsefeciler` gibi küfürbaz değil- olumlu bir çaba içine girenler de oldu. Yani, “1968`de rol oynayan politik güçlerin karmaşıklığı”na bir anlam vermek isteyenler… Ama öyle görünüyor ki kimsenin dönemin politik güçlerinin karmaşıklığından şüphesi yoktu. Aynı kişiler muhtemelen 1960`lardan önceye denk düşen dönemlerdeki politik güçlerin sarih olduğundan da şüphe duymuyordu.
1960`lardan günümüze `kültür` köprüsü
Eagleton, 1960`lardan günümüze uzanan dönemi Marksizmle ilişkisi bağlamında anlamlı bir şekilde tasnif etmektedir. “1960`lar ve 70`lerde ortaya çıkmış olan kültür kuramı büyük oranda klasik Marksizmin bir eleştirisi olarak görülebilir. Aslında geneline bakıldığında, bu düşmanca değil, yoldaşça bir tepkiydi;”[17] “Bu hareket Marksizmi tam olarak terk etmeden, onun etrafından dolanan bir yol bulma girişimi olarak başlamıştı ama Marksizmin tam olarak terk edilmesiyle sonuçlandı.”[18] Politik güçlerin karmaşıklığına bir çözüm bulma, işleri yoluna koyma girişiminin sonu böyle oldu.
Eagleton, postmodernizmin doğuşuna kadar Marksizmin -bu şekilde de olsa- merkezi konumunu korumaya devam ettiğine dikkat çeker, ardından postmodernizmin 1980`li ve 1990`lı yıllardaki hakimiyetiyle birlikte çarpıcı bir biçimde Marksizmin birden konu dışı kalışının ortaya çıktığını kaydeder.[19] Marksizmin bu saf dışı kalma biçiminin Marksizm dışındaki nesnel koşullardan kaynaklandığını, sistemin yaşadığı bir reform nedeniyle Marksizmin dışarıda kalmadığını, aksine saf dışı kalışın, sistemin yenilmesi çok zormuş gibi görünmesiyle bağlantılı olduğunu belirtir.[20] Bunun yanı sıra Sovyetler Birliği`nin ve ardından bir dizi sosyalizm deneyiminin çöküşüyle birlikte Marksizmin somut olarak yerküreden silinmesi olgusuna da dikkat çeker.[21]
Kısaca, Eagleton`ın anlattığı, Marksizmin krizinden başka bir şey değildir. “Marksizmin hala canlı bir politik gerçeklik olduğu tafralarına sarınmak ya da sosyalist değişim ihtimalinin hiç değilse şu an için aşırı uzak göründüğünü yadsımak, düşünsel bir sahtekarlık olsa olsa.”[22]
Eagleton ihmal edilemez bir gerçeğe dikkat çekmekte, solun bir zamanlar hor gördüğü konu başlıklarını (sanat, cinsiyet, iktidar, dil, aile, beden, ekosistem, etnisite, hegemonya vb.) kültür kuramının hatırlattığını teslim etmektedir: “Bu, neresinden baksanız, insan varoluşunun önemli bir dilimidir. Bu kadar çok şeyi gözden kaçırmak için, ciddi derecede miyop olmak lazımdır.”[23]
Ancak aynı Eagleton`a göre, Marksizmin esnetilebileceğini düşünen kültür kuramcıları, Marksizmi reddeden postmodern düşünürlere yolu açmıştır, dolayısıyla suçludurlar.[24] Öylece durmalıydılar! Eagleton`ın ihtiyatlılıyla hareket eden bir kişinin hayatını sığ sulara mahkum edeceği ne kadar da açıktır!
Postmodernlik: Bir kopuş, bir evre ya da sadece ideoloji
“Eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist tahakküm ve sayısız savaşın ilk akla gelen nedeni olan modern ulus-devlet dünya sahnesinden siliniyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun! Yeter ki kendimizi o modernliğin güzel günlerine ilişkin anlamsız bir nostaljiye kaptırmayalım.”[25]
Best-Kellner, yeni bir postmodern çağda yaşayıp yaşamadığımız sorusuna verilen üç yanıt bulunduğunu belirtir. Birincisi, tamamıyla yeni bir çağda yaşandığı, modernlikten kopulduğu iddiasıdır (Baudrillard); ikincisi, modernlikten bir kopuş yaşandığının yadsınması ve günümüzle modernlik arasındaki sürekliliklere vurgu yapılmasıdır, dolayısıyla bir kopuş ve yeni dönem tespiti reddedilmekte ve postmodernizm bir ideolojiye indirgenmektedir (Habermas); üçüncüsü, bir süreklilik ve kesinti diyalektiği savunusudur, yani kopuşlarla birlikte modernlikten gelen süreklilikler de vurgulanmaktadır (Jameson, Harvey, Laclau ve Mouffe).[26] Best-Kellner`in tasnifi en genel hatlarıyla postmodernlik tartışmasındaki temel kamplaşmaları göstermektedir.
İster postmodernist ister modernist olun yeni bir dönemin geldiğini ya da aksini öne sürmek için kapitalizmin içinde yeni bir aşama veya kapitalizmden öte yeni bir sisteme işaret etmek durumundasınızdır. Bunu bir bilimsel analizle ya da felsefi aforizmalar şeklinde gerçekleştirebilirsiniz ama nihayetinde yapmanız gerekmektedir. Elbette modernlikten postmodernliğe geçiş, bilimsel kapitalizm analizi olmaksızın felsefi olmanın ötesinde bir anlam içeremeyecektir. Ancak sonuçta yeni bir döneme geçildiği, kopuş yaşandığı tezleri bir analize girilmeksizin, öylece, tarih felsefesiyle de ortaya konulabilir. Yani a priori bir önerme olarak var olabilir. Böyle olması halinde, eleştirinin, felsefi önermeye bilimsel denk gelmeler olup olmamasından azade, öncelikle önermenin felsefiliğine dönük gerçekleştirilmesi gerekecektir. Bu durum, Baudrillard gibi `sert` postmodernistlerin felsefi kategorilerle süslenmiş aforizmik iddiaları için fazlasıyla geçerlidir.
Postmodernizme yönelik -bir miktar totoloji kokan- meşhur `büyük anlatılara karşı çıkarken bir tür büyük anlatı oluşturmak durumunda kalıyorsunuz` eleştirisi postmodern teorisyenlerin postmodern dönemi tanımlama, kopuşa anlam verme çabalarında da işlevlidir. Nitekim, Lyotard da dahil -ki o, bundan kaçınmaya özellikle çalışmaktadır- neredeyse bütün postmodern teorisyenler yeni dönemi tarif ederken kapitalizmin yaşadığı değişimlere -bilimsel veya felsefi bir dille- işaret etmişlerdir. Dolayısıyla büyük anlatı kurma riskiyle karşı karşıya gelmişlerdir.
Postmodern düşünürlerin ısrarla vurguladığı modernlikten postmodernliğe geçiş, teorik ve politik düzeylerde bir dizi temel kopuşu da beraberinde getirmektedir. Söz konusu tarihsel dönüşüme paralel olarak modern teori artık geçerli değildir ve yerini postmodern teoriye bırakmıştır. Modern politikanın toplumda karşılığı yoktur, o da yerini postmodern politikaya bırakmıştır.
Postmodern toplum teorilerinin 1970`lerin sonundan itibaren sahneye çıkan önde gelen simaları, bir dönemin kapanıp yenisinin açıldığı tespitine dayanarak, modernitenin büyük umutlarının artık sona erdiğine, geçmişin totalleştirici teorilerinin ve devrimci siyasetinin devamının olanaksızlığına işaret etmektedir. Baudrillard`ın `postmodern toplum`u, Lyotard`ın `postmodern durum`u bu anlama gelmektedir. Marksizmde ısrar eden Jameson`a göre postmodernizm “geç kapitalizmin kültürel mantığı”[27] iken, Harvey`e göreyse “modernizmin bağrında özgül bir kriz”[28] olarak ortaya çıkan postmodern dönem “Fordizmden daha `esnek` bir birikim rejimi adı verilebilecek bir şeye…”[29] denk düşmektedir. Hardt-Negri`ye göre postmodern, postkolonyal ve köktenci hareketler imparatorluğa geçişin belirtileridir.[30]
Doğaldır ki, yeni bir evreye geçildiği tespitlerine karşı çıkanlar da bulunmaktadır. Bunların en önemlisi olan Habermas postmodern kırılmayı reddetmekte ve muhafazakar bir yeni ideolojiden başka bir şey olmadığını düşündüğü postmodernizme karşı tavır almaktadır.[31]
Hemen hepsi Marksizm kökenli “Postmodernlik teorisyenleri (Baudrillard, Lyotard, Harvey vb.), bilgisayarlar ve medya gibi teknolojilerin, yeni bilgi biçimlerinin ve toplumsal ekonomik sistemdeki değişimlerin bir postmodern toplumsal oluşum ürettiğini iddia eder. Baudrillard ve Lyotard bu gelişmeleri yeni enformasyon, bilgi ve teknoloji biçimleri çerçevesinde yorumlarken, Jameson ve Harvey gibi neo-Marksist teorisyenler ise postmoderni, sermayenin dünya çapında daha yüksek bir derecede nüfus sağlaması ve homojenleşmesinin damgasını taşıyan kapitalizmin daha yüksek bir aşamasının gelişimi çerçevesinde yorumlamaktadır.”[32]
Burada, eski Marksistler olmakla birlikte postmodern teorilerini geliştirirken Marksizmden neredeyse hiç yararlanmamış olan Baudrillard ile Lyotard`ın yukarıdaki alıntıda aktarılandan öte bir ayrıntıya girmeyen yeni dönem analizlerinden ziyade (onlardan kısaca bahsederek) Jameson`ın yaklaşımlarına odaklanacağız. “Baudrillard ve Lyotard gibi Jameson da toplumsal gelişmede temel bir kırılma olduğunu ve postmodern duruma benzer bir şeyin ortaya çıktığını öne sürmekte, ama bu durumun bir neo-Marksizan çerçeve içinde teorileştirilebileceğine inanmaktadır.”[33]
* * *
“Tarihteki yeni bir çağ olarak postmodernlik anlayışının inşa edilmesi doğrultusundaki açık seçik ilk girişimi Baudrillard” yapmıştır.[34] Bu arada yeni çağda kendilerini bekleyen zorluklar hakkında Marksistleri uyarmadan da edememiştir: “Kapitalist evrende, Marksist çözümlemenin açıklayamadığı, radikal bir değişim olmuştur. Bugün ölüp gitmek istemeyen bir Marksist çözümleme, Marx`tan bu yana beceremediği şu `kendi içinde devrim yapma` sorununu çözmelidir.”[35]
Baudrillard`ın `postmodern toplum`u -yıllar ilerledikçe kendini daha da net bir şekilde ortaya koyacaktır- tarihi reddeden bir tarih felsefesinden mustariptir. Baudrillard`ın, Marksistleri de önlem almaları konusunda uyarmasına neden olan değişimin radikallik boyutu kapitalizmin ötesine geçmeyi içinde barındıracak bir düzeydedir. Simge toplumları ile üretimci toplumlar arasında ayrım yapan Baudrillard, kapitalizmin simge toplumlarından, yani hediye, şenlik, dinsel ritüellerin etrafında örgütlenen toplumlardan koptuğunu, öyle doğduğunu belirtmekte, kapitalizm öncesi toplumlara duyduğu bir tür Altın Çağ özlemi de denilebilecek hayranlığı ona yeniden simge toplumlarını yaratacak (geri getirecek) bir kapitalizmden kopuş tasarlatmaktadır.[36] Lyotard`a göre, Baudrillard`ın simgesel mübadeleyi imtiyazlı kılışı arkaik toplumun nostaljik idealleştirilmesidir.[37] Yani, Baudrillard kapitalizmden çıkıp ütopik bir yere ütopik bir gerekçeyle geçmektedir.
Marksizmi terk edişini tescil eden eserinde, kapitalist üretim tarzı hala geçerliyse bu dünyada Marksist analize de yer olacağını belirten Baudrillard, eğer bütünüyle farklı bir üretim biçimine geçildiyse durumun değişeceğini söylemekte, hatta üretim diye bir şeyin varlığının bile artık tartışılır olduğunu, belki de üretimin hiç varolmadığını kaydetmektedir.[38] Baudrillard Marksizmle arasındaki tüm bağları kopardığına göre, kopuşla birlikte kapitalizmin ötesine geçildiğini düşünmemiz gerekiyor! Aksi olsaydı, kendisinin söylediklerinden hareketle, kapitalizm yaşadığı için yaşayacak olan Marksizme kendi hayatında yer vermesini bekleyebilirdik.[39]
Lyotard açısından ise -her ne kadar postmodernizmi modernizmin “kendi içine kıvrılması” olarak tanımlıyor, dolayısıyla ona yeni bir sayfa açmaktan çekiniyor olsa da- postmodernin doğuşu sanayi sonrası toplumun ortaya çıkmasıyla ilişkilidir.[40] “Lyotard, iddialarını sağlam biçimde yeni iletişim teknolojileri bağlamına yerleştirir ve Bell ve Touraine`in bilgi temelli bir `post-endüstriyel` topluma geçişe ilişkin tezlerinden hareketle, postmodern düşünceyi, ileri kapitalist ülkelerdeki iletişim dillerinde gerçekleştiğini düşündüğü çarpıcı bir toplumsal ve politik geçişin tam merkezine koyar. Bu bilginin üretimi, yayılması ve kullanımını sağlayan yeni teknolojilere, `temel bir üretim gücü` niteliğiyle yakından bakar. Ama sorun bugün bilginin çok çeşitli biçimlerde kodlaştırılmasının mümkün olmasıdır; bu biçimlerin bazılarına daha kolay erişilebilir, bazılarına daha zor. Dolayısıyla, Lyotard`ın yapıtında, modernizmin değişmesinin ardında, iletişimin teknik ve toplumsal koşullarının değişmesinin yattığı yolunda epeyce açık bir görüş mevcuttur.”[41] Bu açık görüşlerine rağmen yine de Lyotard`ın postmodern döneme geçiş hakkında mümkün olduğunca az konuşmayı tercih ettiği söylenebilir. O, `kopuş`u a priori bir veri olarak alıp `postmodern durum` dediği şeye odaklanmakta, salvo atışlarını postmodern teori (ama felsefe olarak teori) alanından gerçekleştirmektedir
Devam Ediyor…
1.Modernizm Postmodernizme Karşı: Çatışmanın Ortasındaki Marksizm-A. O. Alayoğlu
Kategori:Yazılar ve Şiirler