İçeriğe geç

Lukacs`ın Felsefi Mirası ! |Gülnur SAVRAN| -2-

İnsan faaliyeti hep yeni bir nesnelleşme demektir. Toplumsal varlık, farklı nesnelleşme düzeylerinin karmaşık bütünü olarak görüldüğünde, bilinç bu bütünün bir parçası haline gelir: Geçmiş nesnelleşmelerde fa­aliyetin amacı olarak içerilmiştir bilinç. Böyle olunca da, diyalektik, bu bütünün nesnel yasalarına tekabül eder. Diyalektiğin yasaları, ne top­lumsal bütünün dışında bir bilincin yasalarıdır, ne de bu bütünle bunun dışındaki bir bilinç arasındaki ilişkinin. Diyalektiğin kategorileri, bilinci de içeren bu karmaşık bütünün kendisine ilişkin kategorilerdir. Ancak bu bütünün içindeki farklı nesnelleşme biçimlerini tek bir kategoriler dizisi ile açıklamak mümkün değildir.

Bilince ve diyalektiğe bu yeni yaklaşımıyla, Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci`ndeki biçimiyle salt epistemolojik olan bir dolayıma ontolojik bir konum atfederek kurduğu özne-nesne özdeşliğini aşmış oluyor: Bu, epis­temolojinin, yazının başında dolayım kavramını tanımlarken değindiğim özerkliğinin ortadan kalkması aslında. Aynı zamanda da, Lukacs`ın yeni yaklaşımının “ontoloji” adını taşımasının teorik gerekçesi…

Öte yandan, devrimci praxis kavramının yerine, bu faaliyetin de te­melini oluşturan ve yapısal özellikleri itibarıyla onda da yansıyan emek kavramının geçmesi ile nesnelleşme- yabancılaşma61 özdeşliğinin or­tadan kalkması, bir madalyonun iki yüzü gibi: Her nesnelleşmenin bir ya­bancılaşma olduğu eski çerçevede, gördüğümüz gibi, insanın kendisi bir metaydı; ve emeğin, nesnelleşmenin hiçbir özgürleştirici potansiyeli yoktu. Oysa yeni yaklaşımında Lukacs artık yabancılaşmayı (şeyleşmeyi) zorunlu olarak ima etmeyen bir nesnelleşme anlayışı getiriyor. Şeyleşme ise, bu çerçevede, özgül tarihsel-toplumsal koşulların ürünü. Mutlak bir şeyleşmenin sözkonusu olduğu eski çerçevede, bu şeyleşmeyi aşmak ancak dramatik bir bilinç sıçrayışıyla mümkündü… ya da hiç mümkün değildi. Nitekim örneğin Frankfurt okulunun, yazının başında değindiğim umutsuzluğunun temelinde de emeğin taşıdığı potansiyele hiç yer tanımayan bu yaklaşım yatıyordu: Aklın tümüyle kendi karşıtına dönüştüğü, teknolojinin insanları tümüyle hakimiyetine aldığı bir dünyada -dramatik bir sıçrayışa güvenilmeyecekse- devrimci bir dönüşümün temeli gerçekten de olamaz. Burjuva toplumunun ötesine geçişi mümkün kılacak hiçbir olumlu temel kalmamıştır bu yaklaşımda.

Gerek Ontoloji`de, gerekse Lukacs`ın 1960`larda yazdığı yazılar ve yaptığı söyleşilerde, mutlak şeyleşmenin yerini, kapitalizm altında in­sanlığın çelişik gelişmesi alıyor: Kapitalizmde sürekli olarak kendi karşıtına dönüşmüş bir biçimde olsa da, insanlık giderek toplumsallasın 62 Bu ise, komünist toplumun kurulmasının olumlu temelini, dayanağını oluşturur. Başka türlü ifade edildiğinde, komünizmin kuruluşu sadece, tümüyle şeyleşmiş bir dünyanın yıkılmasına bağlı değildir. Bu eksik bakış, politikada olsa olsa -Frankfurt okulunda görülen türden- bir “tra­jik bilinç”e63 yol açar.

B. Lukacs ve Stalinizm

Bu noktada karşımıza kendiliğinden bir soru çıkıyor: Lukacs`ın, Top­lumsal Varlığın Ontolojisi`nde sistemleşmiş olan yeni dolayım anlayışının politik alanda bir karşılığı var mı? 1956`daki kısa parantez dışında, 1929 yılından sonra Lukacs doğrudan politikanın dışında; son birkaç yılı hariç yazılan da genellikle yalnızca dolaylı politik mesajlar içeriyor. Ancak yine de, alttan alta süren ve yer yer çelişkilerle örülü bir politikadan söz etmek mümkün. Ne var ki, “sağcılık” ya da “solculuk”, “Stalinizm`le uzlaşma” ya da “anti-Stalinizm” türünden seçeneklerin her­hangi birinin kesin bir ifadesini bulmak güç Lukacs`ın politik yaklaşımında. Soruyu formüle ettiğimiz biçimiyle, bir ilk çözüm olarak, belki de şöyle yanıtlayabiliriz: İlk döneminde sınıf bilinci ve partide so­mutlaşan politik dolayıma birebir tekabül edecek bir dolayım önerisi son döneminde yok Lukacs`ın. Ne var ki, bu ikinci döneme özgü bir “devrim teorisi” de yok. Dolayısıyla da bu soruya yaklaşırken, biraz geriye çekilip yazılarındaki ipuçlarını teker teker ortaya çıkarmak gerekiyor.

Lukacs`ın 1925-26 yıllarında yazdığı yazılar, birçok açıdan, 1924`te ka­leme aldığı Lenin`in Düşüncesi`nin politik çizgisi ile süreklilik içinde. Gerek Lassalle`in mektupları ile ilgili yazıda, gerekse “Moses Hess”te, oldukça klasik bir “sürekli devrim” anlayışının savunulduğunu görmek mümkün: Lassalle/Marx tartışmasının güncel anlamı, burjuva devriminin mi proleter devriminin mi gündemde olduğu sorunudur Lukacs`a göre. Bu sorunun çözümü ise onun kafasında oldukça açık: “…bugün bir burjuva devriminin tamamlanması için proleter devrimine evrilmesi gerekir.”64 “Moses Hess” yazısında, tam da bu bağlamda Lenin`e yaptığı açık gönderme, bu yazının “Sovyet Termidoru`na desteğin yöntemsel temelini sunduğu”65 yolundaki tezin pek de sağlam dayanakları olmadığının bir kanıtı.

Öte yandan, sözü geçen yazıların ilkinde önemli sayılabilecek bir ye­nilik var gerçekten de. Teorik olarak çok geliştirilmemiş bir biçimde de olsa, ilk kez bir “sosyalizme geçiş-dönemi” anlayışının işaretlerini veriyor Lukacs: Proleter iktidarında hukuka bir “geçiş biçimi” olarak başvurulabileceğini kabul ediyor66 Bu, Tarih ve Sınıf Bilinci dönemine göre bir sağa kayışın değil, bence ütopyacılıktan uzaklaşmanın göstergesi. O döneme ait “Komünist Üretimde Ahlâkın Rolü” (1919) adlı yazısında, işçi iktidarı altında üretkenliğin sağlanması için hukuksal önlemlere başvurulmasını reddediyor ye, son derece ahlâkçı bir biçimde, “proleter devletinin çalışma sisteminin ahlâki bir temel üzerinde yükselmesi”67 ge­rektiğini savunuyordu.

Lukacs`m kendisinin de politik çizgisinde bir dönüm noktası olarak gördüğü Blum Tezleri ise, genellikle “Halk Cephesi” politikasının başlangıcı ya da bir ön biçimi olarak nitelendirilir.68 Bu görüşe göre; Lu­kacs 1929`da, Stalin`in daha sonraları savunacağı, burjuva partileriyle işbirliği yaparak faşizme karşı burjuva demokrasisini koruma pers­pektifini ileri sürmektedir; ancak bu aşamada, erken öten horoz olmuş ve saf dışı edilmiştir. Oysa ben Blum Tezleri`nin “Halk Cephesi” anlayışıyla bir ön biçim olarak bile ilişkilendirilemeyeceği kanısındayım. Lukacs bu tezlerde, Komintern`in 1928 yılında toplanan VI.Kongresi`nden esin­lenerek Macaristan için “işçi köylü demokratik diktatörlüğü” perspektifini ileri sürüyor. Ona göre, burjuva partileri artık burjuva demokrasisini savunmamaktadırlar; bu yolda ciddi mücadele veren tek güç Macaristan Komünist Partisi`dir. Dolayısıyla da parti bu görevi programında da üstlenmek zorundadır.69 Lukacs`ın öne sürdüğü bu görüşü “Halk Cep­hesi” anlayışından ayıran çok önemli iki nokta var: Birincisi, bırakalım doğrudan burjuva partilerini, sosyal demokratlarla bile bir koalisyon önermiyor Lukacs. Ayrıca, ve belki de daha önemlisi, işçi-köylü de­mokratik diktatörlüğünü bir “geçiş programı” çerçevesinde, proleter dev­rimine bir geçiş biçimi olarak görüyor: “Dolaysız somut içeriği açısından burjuva toplumunun ötesine geçmese de, bir demokratik diktatörlük… proletarya devrimine -ya da karşı-devrime- geçişin diyalektik bir biçimidir.”70 Önerilen strateji aslında, gerek sınıfsal bileşimi, gerekse önüne koyduğu hedef açısından, Halk Cephesi`nden çok bir tür “yan-sürekli devrim”e denk düşüyor: Lukacs`ın demokratik diktatörlüğe at­fettiği işlev, işçi sınıfı önderliğinde devrim sürecinin başlatılması.

Öte yandan, Lukacs`ın sosyal demokrasiye yaklaşımında sağcılıktan çok aşın sol bir ton var: Önerdiği slogan ve kısa dönemli görevlerden birisi, “faşizmin bir kalesi olan sosyal demokrasiye karşı mücadele!”71 Ne var ki, Üçüncü Dönem politikasını artık benimsemiş olan Komintern`e bu bile yetmiyor: Burjuva demokrasisi ile faşizm arasında ayrım yaptığı, “bur­juva demokrasisinin faşizme evrilme eğilimi taşıdığını” 72 reddettiği için saf dışı ediliyor Lukacs.

Öyleyse Lukacs`ın kendisi neden Blum Tezlerini “Marksizm`de çıraklık yıllarının sonu73 olarak görüyor? Bir açıdan bakıldığında, gerçekten de 1924-29 yıllan arasında Lukacs`ın kendi iç çelişkisini çözdüğünü söylemek mümkün: Burjuva demokrasisini savunmak gerekiyorsa, bunu yapmak için ayrı bir parti kurmak yerine, sınıfsal bir uzlaşmaya gir­meden, doğru bir stratejiyle bunu Komünist Partisi`nde yapmak kuşkusuz daha tutarlı bir politika. Ancak, Lukacs`ın daha sonraki politik çizgisi ve Stalinizm`le ilişkisi ışığında bakıldığında, Blum Tezleri`ni olgunluk döneminin başlangıç noktası olarak nitelendirmesi, olsa olsa, Sta­linizm`le hiçbir zaman tam anlamıyla hesaplaşamamış olduğunun bir göstergesi. “Proleter kültürü”, “sosyalist gerçekçilik” ve “Jdanovizm”e karşı mücadele verirken, Stalin`in “tek ülkede sosyalizm” teorisini sonuna kadar savunması da aynı sorunun parçası.

I.Meszaros`a göre, Lukacs “tek ülkede sosyalizm`! teorik bir öncül ola­rak kabul ettiği ölçüde, yaşanan somut tarihsel gerçeklik ile genel sos­yalizm ilkesi arasındaki dolayımları kavramlaştırma olanağından yok­sundu. Bu yüzden de politikada hep ahlâki çözümler önermeyi sürdürdü. 74 Nitekim, 1947 yılında, Genç Hegel yayımlandıktan ve Lukacs felsefi ye­nilenme sürecinde epeyi yol aldıktan sonra, Milano`da yaptığı bir konuşmada hâlâ, “yeni demokrasi”nin işleyişinde ahlâkın en önemli dolayımlardan biri olduğunu söylüyor.75 Meszaros bunun kaçınılmaz olduğu kanısında: Tarih ve Smıf Bilinci`nin Lukacsı için merkezi politik dolayım, çok idealize bir biçimde kavramlaştırılmış da olsa partiydi. Ama bunun yanısıra işçi konseyleri de neredeyse parti kadar önemliydi: Sınıfın bütününü kapsadıkları ve ekonomi/politika kopukluğunu aştıkları için. 1940`lann ve 50`lerin Lukacsı`nın dünyasında ise, dinamizmi tümüyle boğulmuş bir parti ve fiilen felce sokulmuş Sovyetler dışında, politik dolayımlar alanında bir boşluk var. Bu boşluğu somut politik dolayımlar önererek doldurmaya yönelmek, kurulmuş olan toplumsal yapıyı sor­gulamak demek. Bu yapının teorileştirilmesi olan “tek ülkede sosyalizm” tezini savunarak bunu gerçekleştirmek ise hiç mümkün değil. Sonuç: Ahlâki ya da felsefi söyleme kaçış!

1962`de “Alberto Carocci`ye Mektup”ta, Lukacs Stalinizm konusundaki görüşlerini kendi açısından etraflı bir biçimde dile getiriyor. Burada, fel­sefi söylemin sınırlarına hapsolmanın tipik bir örneğini bulmak mümkün. XX. Kongre`de, dünya tarihinin böylesine önemli bir dönemini açıklamak için “kişi putlaştırması” tezine başvurulmuş olmasının saçmalığını kabul ediyor Lukacs. Ancak kendisinin sunduğu alternatif ise bir “yöntem” açıklaması: Stalin`in özelliği, olgular düzeyiyle teori arasındaki dolayımları atlayarak, mevcut ana uygun taktikleri teori haline getirmekti Lukacs`a göre: Örneğin, 1939`da Hitler`le yaptığı anlaşma taktik olarak doğru olduğu halde, ondan sonra bu anlaşmayı teorize ederek, Hitler Almanyasi ile diğer Avrupa ülkeleri arasındaki savaşta I.Dünya Savaşı`mn stratejisini, yani komünistlerin “iç düşmana karşı” savaşmalarını önermek ölümcül bir hataydı .76 Lukacs Stalin`in bu yönteminin hangi koşullardan kaynaklandığına hiç girmiyor; sadece bunu araştırmanın Sovyet bi­limcilerinin işi olduğunu söylemekle yetiniyor.

Yine aynı mektupta, sosyalizmin tek bir ülkede kurulabileceğine ilişkin “yeni Leninist teori”yi Trotskiy`e karşı savunmasının, Stalin`in ne kadar “uzak görüşlü bir devlet adamı” olduğunu gösterdiğini ileri sürüyor Lu­kacs. Ona göre, 30`larda ve 40`larda Stalin tarafından öldürülenler ken­dilerine atfedilmiş olan suçlardan aklanmalı, ama özellikle Trotskiy`in du­rumunda, politik itibarları iade edilmemelidir. Tarih Trotskiy`in, sosyalizmin tek ülkede kurulamayacağına ilişkin teorisini çoktan yanlışlamıştır77

Oysa, tarihin belki de tek doğruladığı teori tek ülkede sosyalizmin ola­naksızlığı oldu! Ne var ki, Lukacs`ın ömrü buna bizzat tanık olmaya yet­medi.

1967 yılına geldiğinde Lukacs Stalin`in bu teorisinin doğruluğuna olan inancını hiç yitirmemiş ki, kendisiyle yapılan bir söyleşide, Moskova Duruşmalarını “gereksiz” oldukları için eleştiriyor: Trotskistler politik olarak zaten yenilmişlerdi; “suçtan öte bir şey(di) bu, bir hata(ydı).” 78 Ve bu “hata”nın kaynağında Stalin`in yöntemi yatıyordu: “Lenin`de… gerçekliğin teorik olarak kavranması ile pratik arasındaki bağlantı… insan bilgisinin nesnelliğinde ileri doğru atılmış bir adımken, Stalinizm bunun yerine bütün önermelerin bürokratik manipülasyonunu yerleştirmiştir.” 79

1968`de yazdığı Sosyalizm ve Demokratikleşme adlı yazıda ise Sta­linizm eleştirisini bir ölçüde geliştirdiğini görüyoruz. Stalin`in teoriyi manipüle etme yönteminin teorik dayanağını, Lukacs`a göre, proletarya diktatörlüğünde sınıf mücadelesinin hep keskinleşeceği tezi oluşturmuştur. İç savaş yöntemlerini iç savaştan sonra da kullandığında, kendisine gerekçe olarak üretmiştir bu teoriyi. Bu manipülasyonun gereği ise belli toplumsal koşullardan kaynaklanır, Lukacs`ın bu yazıdaki bakışına göre. Sosyalizmde “ilkel birikim” tamamlandıktan sonra salt ekonomik bir çerçevenin ötesine geçmek gerekir; komünizmde üretim artık insan doğasına «n uygun koşullarda yapılmalıdır. Başka türlü ifade etmek gerekirse, komünizm üretimin bilinçli bir biçimde yönlendirilmesine dayanmak zorundadır. Kuşkusuz, bu ancak ileri de­recede gelişmiş bir üretim temelinde mümkündür, ama komünizm de ancak, salt ekonominin ötesi olarak başlayabilir. 80 İşte Stalinizm`in top­lumsal kökeninde, ilkel birikim sonrasında ekonominin bilinçli olarak yönlendirilmesi yoluna girilmemiş olması yatar. Bürokratik planlama bunun bir ifadesidir. Öte yandan, planlamanın insanların kararlarından kopuk bir biçimde yapılmasının ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri de açıkça ortadadır. Lukacs açısından, “reform” söylemlerinin tümünde Sta­linizm`in bu özü korunmaktadır: Salt ekonomik ilkeler hakimdir bu söylemlerde; ilkel birikim döneminin büyüme perspektifi hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Oysa ekonomik bunalım ancak salt ekonomik çerçevenin dışına çıkılarak çözülebilir. Bunun yolu da her düzeyde işçi konseylerinin kurulmasıdır . 81

Bu noktaya kadar, geçmişine göre oldukça ileri adımlar atmış görünüyor Lukacs. Ne var ki, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin doğasına ilişkin tahliline “tek ülkede sosyalizm” tezinin gölgesi yine düşüyor: Lukacs`a göre, bu ülkelerde sosyalizm “nesnel açıdan” kurulmuştur; Stalin döneminde “ekonominin sosyalist ana yapısı”na dokunulmamıştır. Şimdi yapılması gereken şey, planlamayı işçi konseylerine dayalı sosyalist de­mokrasiyle tamamlamak ve sendikaları canlandırmaktır. İkinci bir evrede ise, sosyalizmin “öznel” boyutunun geliştirilmesi ve boş zamanın, bi­reyselliğin gelişimini sağlayacak biçimde düzenlenmesi gerekir. Bu ev­rede, demokratik bir iç işleyişe sahip bir partinin rolü çok önemlidir. Bütün bunlar, “sosyalizmin içe dönük yeniden-yapılanması” anlamına ge­lecektir. 82

Sosyalizmin sorunlarını tartışmanın yeri burası değil. Ancak, Lukacs`ın 1968 yılı SSCB ve Doğu Avrupası`nı “sosyalist” olarak nitelendirmesi -ki bu, “tek ülkede sosyalizm” teorisini savunmasıyla çok yakından bağlantılı- aslında “geçiş dönemi” anlayışındaki sorunlarla ilgili. 1920`lerin başında hiç kullanmadığı bu kavramı, 1925`te kullanmaya başladığını görmüştük. Yine de, belli ki sınıfların ve devletin ortadan kalkmamış olduğu bir işçi iktidarı dönemi ile sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalizmin çeşitli özelliklerini birbirine karıştırıyor Lukacs.

Son döneminin kapitalist dünyaya ilişkin tahlillerinde ise, sol sek-terlikten son derece uzak, her tür anti-kapitalist hareketle etkileşime gir­meyi öngören, ama anti-kapitalizminden hiçbir noktada ödün vermeyen bir Lukacs var karşımızda. Lukacs`ın geç kapitalizm tahlilinin odağını, göreli artık-değer kavramı oluşturuyor: Kapitalizmin tümüyle göreli artık-değer sömürüsüne dayanmaya başlamasıyla artık “boş zaman” po­litik mücadele alanı haline gelmiştir. Kapitalizm boş zamanı, kitleleri hem ideolojik hem ekonomik açıdan manipüle etmek için kullanmaktadır: Kitle iletişim araçları ve tüketim ideolojisi bu manipülasyonun somut biçimleridir. Ancak, boş zaman aynı zamanda olumlu bir potansiyeli içinde barındırır; komünizme, yani salt ekonomik ilkelere göre düzenlenmiş bir toplumun ötesine geçişin önkoşulunu oluşturur. Bu yüzden de, “kültürel özgürlük” talepleri ve buna dayalı muhalefet ha­reketleri çok önemlidir.83 Ancak, bu hareketlerin işçi hareketinden tümüyle kopuk ve ideolojik açıdan azgelişmiş olmalan84, aşılması ge­reken bir sorundur. Radikal bir partiyi Batı toplumları için henüz pek mümkün görmemekle birlikte, bu hareketlere “dışarıdan” bilinç götürülmesi gerektiğini de vurguluyor Lukacs. Bu açıdan önemli bir nokta, kafa emekçilerinin giderek proleterleşmesidir ona göre: Bu ha­reketlerle Marksizm`in bağlantısı bu kesimlerin mobilize olmasıyla sağlanabilir.85

1924`ten ölümüne kadar geçen süre içinde Lukacs`ın politikasında kesin kopuşlar olmamakla birlikte, kanımca bir dalgalanmadan söz edilebilir: 1929`dan sonra Stalinizm`in ufkuna giderek daha çok hapsoluyor Lukacs; 1960`lann ikinci yansında ise Stalinizm eleştirisi giderek daha köklü hale geliyor. Sonuç olarak, Lukacs`ın Stalinizm`e tümüyle teslim olduğu söylenemez; ama öldüğünde Stalinizm`den tümüyle arınmış olduğunu söylemek de pek kolay değil: Felsefesindeki gelişme ve olgunlaşmanın sürekliliğine karşılık politikasında hep bir yalpalamayı teşhis etmek mümkün.

Toplumsal Varlığın Ontolojisinde sistematize ettiği felsefi yaklaşımının politik uzantılarından belki de en önemlisi, Lukacs`ın, ka­pitalizmin nesnel olarak yarattığı potansiyelleri göz önüne alan bir sos­yalizm mücadelesi anlayışını benimsemiş olması. Yalnızca mutlak artık-değer sömürüsüne ya da yoksullaşmaya dayalı bir anlayışın, özellikle bugünün dünyasında komünizme giden yolu açmaya yetmeyeceğinin bi­lincinde artık Lukacs.

C. Lukacs`ın ontolojisine sahip çıkmanın anlamı

Sanayi-sonrası toplum tezinden söylem teorilerine ve Habermas`ın iletişim teorisine, Adorno ve Horkheimer`den Gorz`a, Daniel Bell`e kadar uzanan düşünce yelpazesinin ortak noktası, emeğin üretici güç olmaktan ve dolayısıyla özgürleştirici bir potansiyel taşımaktan çıktığı tezi. Bu dönüşümün temelinde, bilim ve teknolojinin giderek emeğin yerine geçmesi yatar bu teze göre. Bu görüş, aslında, Marx`ın sermayenin çelişik bir eğilimi olarak ileri sürdüğü bir eğilimin tek yanıyla mut-laklaştırılmasına dayanır: Manc`a göre, sermaye gerekli emek zamanını hep azaltır, ama “emek zamanını, servetin biricik ölçüsü ve kaynağı ola­rak” da hep korur, çünkü değer biçiminin ötesine geçemez. Kısacası, ser­vetin ölçüsü olarak gerekli emek zamanının yerine “boş zaman”ın geçmesinin önündeki esas engel sermayenin kendisidir.86

Sermayenin tarihsel özgüllüğünün ötesine geçip, sorunu ontolojik bir düzlemde ele aldığımızda ise, bilim, bilgi, iletişim, söylem ve dil ile emek arasındaki ilişki çıkıyor karşımıza. Lukacs`ın ontolojisinin önemi, emek ve dolayım kavramları aracılığıyla, amaçlı faaliyet ile nedensellik arasındaki aşılamaz ve indirgenemez bağlantıyı ortaya koymuş olmasında: Öznellik ile nesnellik arasındaki bu kaçınılmaz bağ, her tür nesnelleşmenin hem bir seçişi hem de bir belirlenmişliği içerdiği anlamına geliyor. Toplumsal varlık, giderek daha çok karmaşıklaşan dolayımlardan geçen bir nesnelleşmeler alanı olarak görüldüğünde, söylemin ya da bilginin, dilin ya da bilimin hakkını, emekle bağlantısını koparmadan vermek mümkün: “Tıpkı bilinç gibi, bunlar da kaçınılmaz bir nesnel zorunluluğun epifenomenleri değildir; ama yine bilinç gibi, bun­ların da, başlangıçta içinden çıktıkları maddi gerçeklikle koparılamaz bir bağlan vardır.” 87 Üretim sürecini hep ikili bir dolayım süreci olarak kav-ramlaştırmanın anlamı da burada yatıyor: îletişimsiz, söylemsiz bir üretim süreci olmadığı gibi, bunlar da emeğin -yani, dolayımları oldukları insan-doğa ilişkisinin- yerine geçirilemezler.

Lukacs`ın, öznenin özgüllüğünü koruyarak onu nesnel bir temele yerleştiren ontolojik çerçevesinin dolaylı politik uzantısı şu: Üretim (ya da emek) ile her tür praxis arasındaki bağlantı, üretimin içinde gerçekleştirildiği toplumsal ilişkiler dolayımından geçer. Başka bir deyişle, işçi sınıfının politik praxisini belirleyen ve mümkün kılan, üretimin somut tarihsel örgütlenişidir

Toplumsal dolayımlann karmaşıklığı karşısında büyülenip, bunları üretimden özerkleştirdiğimizde, ya genç Lukacs gibi, bir öznenin her şeye kadir olduğuna inanırız, ya da Adorno ve diğerleri gibi hiçbir özneye güvenimiz kalmaz. 1960`lann Lukacs`ı bize hem gerçekçi olmayı, ama hem de kendimizi felce uğratmamayı mümkün kılacak bir özne anlayışının ipuçlarını veriyor.”


Gülnur SAVRAN

Kategori:Yazılar ve Şiirler