Bugün Lukacs üzerine bir yazı yazmanın tek anlamı arkeolojik bir kazıya girişmek değil: Lukacs`ın düşüncesinde, üretimi temel alan Marksist teorinin karşısına çıkarılan “sanayi-sonrası” ya da “post-Fordist” bilgi toplumu tezlerinin ve her türden “söylem” teorilerinin temel öncüllerini sorgulayacak bir ontolojinin kaynaklarını bulmak mümkün. Oysa, emek (ya da üretim) kategorisinin yerine bilgi, iletişim, söylem türünden kategorileri yerleştiren bu post-Marksist tezlerin teorik gerekçelerinden başlıcasını, Marksizm`in işçi sınıfına atfettiği “devrimci özne” olma niteliğinin dayanaksız olduğu savı oluşturuyor. Bu görüşe göre, işçi sınıfının, kendi kurtuluşu için sınıfsız toplumun yolunu açması gerektiğini ve dolayısıyla da açacağını ileri sürmek teleolojizmdir. Tarihe mantıksal bir gerekliliği yapay bir biçimde dayatmak anlamına gelir bu. Yine post-Marksizm`in çeşitli temsilcilerine göre, bu mantıksal gereklilik gevşetildiğinde ve işçi sınıfının komünist toplumun kuruluşundaki merkezi rolü kapitalizmin tarihsel özgüllüklerine bağlandığında ise, “devrimci özne”nin temelleri zayıflar: Günümüz dünyası 19. yüzyıl kapitalizminden nitel olarak farklıdır: Üretimin yapısı, belirleyiciliği ve giderek işçi olmanın anlamı değişmiştir. İşte Lukacs`ın düşüncesinin günümüz açısından anlamı burada.
Ne var ki, Lukacs`ın mirasının Marksist felsefe içinde kabulü de karmaşık bir tablo. Lukacs`ın özne-nesne özdeşliğine dayanan bütün kavramı ve bu çerçeve içinde kurduğu teori-pratik birliği, özellikle ABD ve Batı Avrupa Marksizmi`nde, Marksizm`in “devrimci özne” anlayışının prototipi olarak görülegeldi. Böyle olunca da, yazarın özellikle Tarih ve Sınıf Bilinci adlı kitabında savunduğu “bütün” anlayışı bir turnusol kâğıdına dönüştü. Çeşitli çevre ve akımların Marksizm yorumlan ve Marksizm`e yaklaşımları buna göre belirleniyordu: Frankfurt okulu köklü bir toplumsal dönüşümden umudunu kestiğinde aslında Lukacs`ın bu ütopyasının gerçekleşemeyeceği bilinciyle davranıyordu; Althusser`in ve yapısalcı Marksizm`in “tarihin öznesi yanılsamasına karşı çıkışı Marksizm`i Lukacs`ın Hegelciliğinden arındırma çabasıydı; yapısalcılık-sonrası akımın ve günümüzdeki biçimiyle çeşitli “yapı-sökümcü” (deconstructionist) eğilimlerin infialleri ise, kısmen Nietczhe ve benzeri usçuluk-karşıtı görüşlerden, kısmen de Frankfurt okulunun ve yapısalcılığın tarihsel ve toplumsal bir özneye duydukları kuşkudan besleniyor.
Oysa Lukacs`ın yapıtı Tarih ve Sınıf Bilinci ile sınırlı değil. O kuşkuya düştüğünde başka bir yol tutmuştu. 1920`lerin ikinci yansında, işçi sınıfının sınıfsız toplumun kuruluşundaki merkezi rolünü farklı bir biçimde temellendirmenin yollarını keşfetmeye başladı Lukacs. “Devrimci özne”den vazgeçmedi, ama 1920`lerin başındaki, Hegelci bir idealizmin damgasını taşıyan ütopyacı görüşünü giderek terk etti. 1930`larda, Marx`ın ekonomi politiğin eleştirisine dayalı tahlili ile diyalektiği arasındaki felsefi bağlantıları temel alan bir teori-pratik birliği çerçevesi geliştirmeye başladı. 1967`de Tarih ve Sınıf Bilincine yazdığı bir önsözde bu kitaptaki özne-nesne özdeşliğinin ve bu anlayışın temelini oluşturan öznelciliğinin etraflı bir eleştirisini yaptı. 1971`de öldüğünde, geriye, 2000 sayfaya yaklaşan ama kendi istediği biçimde mükemmelleştiremediği Toplumsal Varlığın Ontolojisi adlı bir yapıt bıraktı. Bu yeni sisteminde Lukacs Hegel`in teleolojizminin damgasını taşımayan bir tarihsel özne anlayışının mümkün olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.
Ne var ki, Lukacs`ın düşüncesindeki bu dönüşümü bir “kopuş” olarak nitelendirmek de mümkün değil. Teori-pratik, özne-nesne ilişkisini kurarken, eskiden olduğu gibi bu yeni evresinde de dolayım ve bütün kavramlarına başvuruyor Lukacs, ama bu kavramların maddeci bir diyalektik çerçevesindeki yeni biçimlerine. Lukacs`ın yarım yüzyılı kapsayan düşünsel ve politik faaliyetinin izlediği çizgiyi belki de en iyi anlatan deyim “süreklilik ile süreksizliğin birliği”.1 Bu çizgideki sürekliliği, aralarında sıkı bir bağlantı olan dolayım ve bütün kavranılan sağlıyor: 1917-öncesi döneminden başlayarak son dönemine kadar, Lukacs`ın çabası hep bu kavramları maddeci bir yönde geliştirmek olmuş.
Bu noktada, I. Meszaros`dan yararlanarak, bugüne kadar hep sorunlara yol açmış olan “dolayım” kavramından ne anladığımı mümkün olduğunca açık bir şekilde ortaya koymaya çalışayım: “Sözcüğün gerçek anlamıyla dolayım belli bir ara-terim yoluyla bağlantılar kurmak demektir… dolayım kategorisi Marksist diyalektikte nitel olarak farklı bir anlam kazanır: (Marksizm) bütün geleneksel felsefe dallarının özerkliğini reddeder ve bu dalların uğraştığı sorunları, … nesnel belirlenimleri, iç bağlantıları ve karmaşık dolayımlarının bütünü içinde toplumsal varlığın yetkin bir incelemesinin parçalan olarak görür.”2 Kısacası, Marksizm`de dolayım kavramı salt epistemolojik ya da mantıksal bir kategori değildir: Tarihsel ve toplumsal belirlenimlere tâbi somut bağlantıları ifade eder. Bu çerçevede, örneğin para, mübadele ve özel mülkiyet, insanın doğayla ilişkisini (emeğini) dolayımlayan “ikinci dereceden”3 dolayımlardır: İnsanın doğayla kurduğu ilişkinin tarihsel özgüllüğünü taşıyan toplumsal ilişki biçimleridir. Kapitalizmin yapısal ilkelerinin ve eğilimlerinin bütün içindeki yerlerini kavramak, ona özgü dolayımları düşüncede yeniden üretmektir.
Lukacs`ın düşünsel evriminde “dolayım” kavramının geçirdiği dönüşümler, bir anlamda onun felsefi-politik biyografisini oluşturuyor. 1917 Ekim Devrimi öncesinde, yani Marksizm-öncesi döneminde Lukacs, bir tür anti-kapitalist yönelişe de sahip olmakla birlikte, tipik bir radikal burjuva aydım. İçinde bulunduğu toplumsal ortam oldukça karmaşık: Bir yandan Macaristan Yahudi burjuvazisi giderek ekonomik güç kazanmakta ve Avusturya burjuvazisinden bağımsızlaşmakta; öte yandan, Macar kapitalizminin gecikmiş bir kapitalizm olması, feodal yapıların güçlerini korumalarına ve hantal bir bürokratik devlet yapısına yol açmış. Macaristan ve Avusturya burjuvazileri arasındaki çelişkilere bir de ulusal azınlıkların direniş hareketleri eklendiğinde ortaya iyice karmaşık bir bütün çıkıyor. Lukacs`ın çevresindeki aydınlar bu ortamda Batılılaşma ve modernleşme perspektifini benimsemişler: Dönemin kültür dergilerinden birinin adı Batı, bir başkasınınki ise Yirminci Yüzyıl! Ancak bu perspektif Lukacs`ın anti-kapitalizmini doyurmuyor. Bu çıkmazdan kurtulma çabası içinde öznelci, ahlâkçı bir ütopyacılığı benimsiyor Lukacs. Kültür düzeyinde tasarlanan ve “mesih” aydınlar aracılığıyla gerçekleşecek bir bireysel kurtuluş anlayışı bu: Bireyin “varolan” gerçeklikten kurtulup, “olması gereken”e kültürel bir sıçrayışla ulaşma çabası. Bu dönemde, bireyin dolaysız, verili durumunu aşmasını, kültürel bir dolayımla kendi durumunun bilincine varması olarak görüyor Lukacs. Bu dolayımın ne olabileceği, yazarın o döneme ait edebiyat ve estetik yazılarının araştırma konusu.
1917 Devrimi, Lukacs`ın peşinde koştuğu dramatik kararı vermesini ve Batılılaşma/modernleşme perspektifinin karşısında gerçek bir seçiş yapmasını mümkün kılıyor. Ancak Lukacs henüz felsefi anlamda bir Marksist değil. 1912-15 yılları arasında Hegel aracılığıyla ikinci kez Marksizm`e girmiş – ama Hegel`i tümüyle kavramanın Marx`ı kavramaktan geçtiğini düşündüğü için!
1918-22 yıllan Lukacs için politik olarak çok yoğun geçiyor: 1918`de Macaristan Komünist Partisi`ne giriyor; 1919 Martı`nda kurulan Macaristan Sovyet Cumhuriyeti`nde Eğitim Bakanlığı yapıyor; Temmuz`da Sovyet yönetiminin yıkılmasının ardından Eylül`de Viyana`ya kaçıyor. Tarih ve Sınıf Bilincinde toplanmış olan yazılar bu dönemin ürünleri. Bu yazılarda, özne-nesne birliğini kurmak için ne tür bir dolayıma başvurduğunu aşağıda ele alacağım. O dönemde Lukacs`ın kendisi öznelciliğini artık aştığına inanıyor: “(dolayım kategorisi) nesneler dünyasına dışarıdan eklenen (öznel) bir şey değildir… Tersine nesnelerin gerçek nesnel yapılarının dışavurumudur.”4 Ancak 1967 Önsözünde yaptığı özeleştiride kendisinin de teslim ettiği gibi, bu yazılar ikilikler ve gerilimlerle dolu. Ekim Devrimi ile Macaristan gerçekliği arasındaki boşluğu kapatma çabası içinde geliştirdiği dolayımlar, kapitalizmin nesnel gerçekliğinden kaynaklanıyor gibi görünseler de, aslında geçmiş öznelciliğinin izlerini taşıyorlar.
Buna karşın Tarih ve Sınıf Bilinci uzun yıllar boyunca 2O.yüzyıl Marksizmi`nin en çok anılan yapıtları arasındaydı. Özellikle 1950`lerde Komünist Partileri`nin resmi ideolojilerine karşı (parti içinde ya da dışında) mücadele veren aydınlarla 6O`lı ve 70`li yıllarda yükseliş gösteren devrimci Marksist çizgiler, tümüyle de sadece kısmen de benimseseler, Lukacs`la bir biçimde etkileşim içine giriyorlardı. Bunun açık bir nedeni, Lukacs`ın bu dönemindeki bütün yazılarında “aktif özne”ye, bilince, devrimci praxise atfettiği roldü hiç kuşkusuz. Kaba bir determinizm, bilim fetişizmi, pozitivizm, Lukacs`a göre Marksizm`in geride bırakması gereken burjuva düşünce biçimleriydi. Bunlarla yüklü bir Marksizm anlayışının en etkili sözcülüğünü yapmış olan II .Enternasyonal ise, Lukacs`ın gözünde “felsefede pozitivist determinizmin, pratikte ise oportünizmin yuvası”ydı.5 Marksizm`in diyalektikten kaynaklanan dinamizmini, devrimciliğini, dondurulmuş bir Marksist öğreti karşısında savunmak durumunda kalan herkes, devrimci süreçte “özne”nin ne kadar önemli bir yeri olduğunu vurgulamak için Lukacs`ın bu yapıtından yararlanıyordu
Ancak, Tarih ve Sınıf Bilinci`nin etkisini bununla sınırlandırmak mümkün değil. Belki sözünü ettiğim “devrimci ruh” kadar göz kamaştırıcı olmayan, ama daha kalıcı ve derinlemesine işlenmiş bir boyutu da vardı bu kitabın: Marx`ın yapıtlarında fiilen mevcut, ama sistematik bir anlatıma kavuşmamış olan diyalektiğin belki de o güne kadar ki en olgun anlatımı.
Ne var ki, daha önce de değindiğim gibi Tarih ve Sınıf Bilinci ve bu dönemin Lukacs`ı bütün derinlikli ve çarpıcı tahlillerine karşın sorunsuz değil. Daha sonraları Lukacs 1922-23 yıllarından bir “geçiş” dönemi olarak söz ediyor: Tarih ve Sınıf Bilinci`nin yayımlandığı 1923 yılıyla birlikte, bir dönemi geride bırakıp daha “gerçekçi” bir Marksizm`e doğru adım attığı kanısında.
1925-26 yıllarından başlayarak Lukacs`ın yazılarında Hegelci bir dolayım anlayışından maddeci bir anlayışa geçişin işaretlerini görmek mümkün. 1938`de yayımlanan Genç Hegel adlı kitapta ise, ölümünden sonra yayımlanacak olan Toplumsal Varlığın Ontolojisinin kimi öncülleri var. Ancak bunlar burada henüz bir sistem biçiminde geliştirilmemiş; Hegel`i değerlendirmek için başvurulan bir çerçeve oluşturuyorlar.
Demek ki, Lukacs`ın düşüncesinin evrilişini kavrayabilmek için, ahlâkçı bir dolayım anlayışından Hegelci bir anlayışa, buradan da maddeci bir diyalektik çerçevesinde geliştirilmiş bir dolayım kavramına geçişleri izlemek gerekiyor. Yazarın, işçi sınıfının dolaysız gerçekliğinden sosyalizme geçişine ilişkin tasarımındaki (yani Marksist dönemindeki) dönüşümü aktarabilmek için Lukacs`ın düşüncesini iki bölümde ele alacağım: İlk bölümde 1919-24 döneminin felsefî ve politik tezlerini inceleyeceğim; ikinci bölümde ise 1925-26 yıllarından başlayarak ölümüne kadar geçirdiği evrimi ve dalgalanmaları açıklamaya çalışacağım. Bu tarihler hiç kuşkusuz yalnızca, yazarın dolayım anlayışındaki dönüşüme ilişkin ipuçları taşıyan bazı yazıların yayımlanış tarihlerine tekabül ediyor; Lukacs`ın kendisi (ya da bir başkası) bu dönemleştirmeyi farklı tarihler temelinde yapabilirdi.
I. Sınıf bilinci ve devrimci praxis A. Felsefi temeller: özne-nesne özdeşliği
Tarih ve Sınıf Bilinci Lukacs`ın 1919-22 yıllan arasında kaleme aldığı sekiz yazıyı bir araya getiriyor. Bunların arasından, 1922 yılında yazılmış olan, “Şeyleşme ve Proletaryanın Bilinci” ve “Örgüt Sorununun Metodolojisine Doğru” adlı yazılar birbirini tamamlayıcı nitelikte ve kitapta dile getirilen düşüncelerin esas çerçevesini oluşturuyor. Ben bu yazıları temel almakla birlikte yeri geldikçe diğer yazılardan da yararlanacağım.
Lukacs`a göre, kapitalizmle -genelleşmiş meta üretimiyle- birlikte, dünya tarihinde ilk kez, toplumsal dünyayı bütünü içinde kendi amaçlı faaliyetinin nesnesi haline getirebilecek bir özne ortaya çıkmıştır. Bunu mümkün kılan, nesnel dünyanın yapısal eğilimleridir. Meta üretimi hem nesnel hem öznel yönleri olan bir şeyleşmeye (reifıcation) yol açar; bu, toplumun “bütün dışsal ve içsel yaşamını”6 etkileyen bir süreçtir. Şeyleşmenin nesnel yönünü piyasada hüküm süren yasalar oluşturur. Soyut emekler arasındaki biçimsel eşitlik, insan emeğinin ussallaşması ve giderek nitelik açısından bir özellik taşımaması ile el ele gider. Emek ölçülebilirlik ilkesine tâbi olur, salt nicelik haline gelir bu süreçte. Ürünün nitel özelliklerinin oluşturduğu organik birliği, onun meta olarak sahip olduğu birlik ile bağlantısını yitirir.
Bu nesnel sürece şeyleşmenin öznel boyutu tam tamına tekabül etmektedir: “…insanın faaliyeti kendisine yabancılaşır, toplumun doğal yasalarının… nesnelliğine tâbi olan ve., insandan bağımsız olarak kendi yolunda gitmesi gereken bir metaya dönüşür.”7 Bunun yanısıra, ürünün organik birliğinin ortadan kalkmasıyla birlikte insan düşüncesi de parçalanır. Burjuva bilimlerinin, bütünsel bir bakışı olanaksız kılan ihtisaslaşma düzeyi bu parçalanmışlığın ifadesidir.
Meta dolaşımı alanı dışında, şeyleşme hukuk ve devlet düzleminde de kendini göstermektedir: İlkin, “hukuk sistemi, hayatta ortaya çıkabilecek her durumla ilişkilendirilebilecek ve öngörme ile ölçülebilirliği mümkün kılacak biçimde, biçimsel olarak genelleştirilmeye elverişlidir.”8 Şeyleşme, devlet düzleminde ise bürokratikleşme biçiminde ortaya çıkar: Bürokrasinin en belirgin özelliği, yapılan iş ile işi yapan kişinin özgüllükleri arasındaki bağlantının koptuğu standartlaşmadır. Kısacası, şeyleşme “burjuva toplumunun tümünün oluşturucu öğesi olan genel bir olgudur.”9 Kapitalizmde bütün nesnellik ve öznellik biçimleri meta mübadelesinin yapısal ilkesini yansıtır.
Burjuva düşüncesi, kapitalizmde hüküm süren bu genel şeyleşme sonucunda özne ile nesne arasında derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu düşünce tarzında, bilgi artık matematiksel -biçimsel- bağlantılardan ibarettir; insan ilişkilerine doğa bilimlerinin nesnelerinin taşıdığı nitelikler atfedilir. Bu matematikselleştirme, nesnel dünyanın gerçek karmaşıklığının dışında, onun karşısında duran bir bilgi dünyasının yaratıldığı anlamına gelmektedir. Böyle bir çerçevede mümkün olan tek eylem biçimi, tek faaliyet gözlemleme faaliyetidir. Dönüştürücülükten uzak bu edilgin faaliyet biçimine hapsolmuş olan burjuva düşüncesi teori ile pratik arasında hiçbir bağlantı kuramaz.
İşte Lukacs tam bu noktada Tarih ve Sınıf Bilincinin hem eksikliklerinin hem üstünlüklerinin karmaşık kaynağı olan Hegel`e gelir: Burjuva düşüncesinde özne-nesne, teori-pratik birliğini ilk ve son kez Hegel kurmuştur. Hegel`de özne, tarihin hem yaratıcısı hem de ürünüdür. Toplumsal-tarihsel gerçekliği anlamanın tek yolu da, öznenin tarihi kendi eylemi olarak görmesidir. Hegel tarihin öznesiyle nesnesini özdeş kılarak onun anlaşılır olmasını mümkün kılmıştır. Ne var ki, Hegel`in düşüncesinde bu özne Tin`dir (dünya aklıdır). Sorun Hegel`in idealizminin bu sınırını aşmaktır.
Lukacs`a göre bu, diyalektik yöntemin gerçek tarihsel yöntem haline getirilerek tam anlamına kavuşturulmasıyla mümkündür. İşçi sınıfının nesnel konumu artık bu görevin gerçekleştirilmesini olanaklı kılmıştır. Burjuvazi gibi proletarya da şeyleşmenin hüküm sürdüğü dünyada yaşamasına karşın, bu aslında onun dolaysız varoluşudur; gerçek varlığının olgular düzeyinde görünen yanıdır. İşçi sınıfının koşullan ona, bu dolaysız varoluşu aşmasını ve onu “bilinç düzeyine çıkarmasını” mümkün kılacak “özgül dolayım kategorileri” sunar. 10
Verili gerçeklik çerçevesi içinde işçi kendini nesne olarak algılar: Emekgücünü satarak kendi dışındaki soyut, nicel bir ussallık döngüsünün parçası olmuştur. Ancak bu aynı zamanda, onun dolaysız varoluşundan, nesne oluştan kurtulmasının da temelidir. Emekgücünü satmak zorunda olmak, işçinin öznelliği ile nesnelliği arasındaki kopukluğu algılamasına imkân verir: Bir kapitalistten farklı olarak, bir işçi kendi nitel özelliklerinin, yani kullanım değeri olgusunun bilincine varır. Kendisi meta olduğu için, metaın ikili niteliğini, meta ilişkisini ve giderek toplumu belirleyen bütün mekanizmayı kavrama imkânına sahiptir. Bu bir bilinç sıçramasının, gerçekliğin dolaysız varoluşunu aşmanın ilk adımıdır: “Bütün uzantılarıyla bu antitez, hedefi, toplumu bir tarihsel bütün olarak anlamak olan karmaşık dolayım sürecinin sadece başlangıcıdır.”11
Demek ki, proletaryanın nesnel koşullan onun bütünsel bir bakış açısına sahip olmasını olanaklı kılmaktadır. Bu aynı zamanda onun devrimci bilincinin de temelini oluşturur: toplumun bütününü dönüştürmeye yönelik bir praxis yolunda önemli bir aşamadır.
“Bütünsel bakış açısı” ve “devrimci praxis” kavramlarını Lukacs`ın “sınıf bilinci” anlayışından bağımsız olarak kavramak mümkün değil. Kitapta yer alan “Sınıf Bilinci” başlıklı yazı, yazarın bu konudaki görüşlerinin etraflı bir anlatımını içeriyor. Lukacs`a göre sınıf bilinci, belirli bir anda bir sınıfın bireylerinin taşıdıkları bilincin toplamı ya da ortalaması değil, sınıfın üretimdeki yerine uygun olarak ona atfedilen (imputed) bilinçtir. Proletaryanın üretimdeki konumu, onun, gerçekliği bütünsel olarak kavramasını mümkün kılmaktadır. Belirli bir andaki psikolojik bilinciyle bu bütünselliği kavrayamasa da, nesnel konumuna uygun olan atfedilmiş bilinci onu meta mübadelesi sınırlarına hapsolmaktan kurtarır. Meta ilişkileri düzeyinin ardına geçip toplumu bir bütün olarak anlamak, proletaryanın (üretimdeki konumundan kaynaklanan) sınıf çıkarına denk düşer. Dolayısıyla, proletaryanın sınıf bilinci, sınıflı toplumun ortadan kalkması için onun eyleme geçmesini beraberinde getirir. İşçi sınıfı açısından, teori-pratik birliği bu nesnel konumun bir uzantısıdır kısacası.
Bu sınıf bilinci anlayışının çok önemli bir uzantısı var: Lukacs`ın düşüncesine göre, psikolojik bilinç ile atfedilmiş bilinç arasındaki açıklığın kapatılması devrim sürecinin asal sorunudur. Proletaryanın kısa dönemli çıkarları ile şeyleşmeden tümüyle kurtulmuş bir bilinç arasındaki gerilim ya da iç çelişkinin bu sürecin her aşamasında yeniden ve yeniden aşılması gerekir. Atfedilmiş bilinç, sınıf çıkarma uygun olarak, psikolojik bilincin bu eksik ya da yanlış bilinç duraklarını geride bırakmasını mümkün ve gerekli kılmaktadır. Hedef, atfedilmiş bilincin psikolojik bilinçte gerçekleşmesi ve böylece ikisinin özdeş hale gelmesidir.
Vardığımız noktada tarihsel maddecilik, sınıf bilinci ve devrim arasındaki bağlantılara baktığımızda, şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz: Bütünün bilgisi olan atfedilmiş bilinç, psikolojik bilinçte bir gerçeklik olarak ortaya çıktığında, tarihsel maddecilik (proletaryanın sınıf bilinci) gerçekleşmiş olacaktır -ki zaten bu da devrimin gerçekleştiği anlamına gelir. Bu noktaya kadar, tarihsel maddecilik sınıfın tümünün bilinci olmayabilir; bunun bütün sınıfa mâl olması devrim sürecinin kendisidir.
Öte yandan, işçi sınıfının kendi bilincine varmasının temelinde,
şeyleşmesinin kendi ürünü olması yatar. Kendini meta olarak nesnelleştirdiği (objectification) içindir ki bunun bilincine varabilir işçi sınıfı.
Bu bilinçle sürdürdüğü praxis, proletaryayı tarihin öznesi haline getirir:
Bütüne yönelik ve bilinçli bir faaliyettir praxis. y
Gördüğümüz gibi, Lukacs`ın bu dönem yazılarında, Hegel`de tarihin öznesi olan Tin`in yerine proletarya geçiyor. Lukacs`ın Hegel`den farklı bir temelde kurduğu özne-nesne özdeşliği, ona, Hegel`in böyle bir özdeşlikten beklediği şeyi yine de sağlıyor: Tarih/toplum, kendi eyleminin bir ürünü olduğu için, proletarya onun tam bilgisine sahip olabilir. “Bütünü bilmek… kendi nesnelleşmelerinde kendini tanıyabilen kolektif bir tarihsel öznenin varlığına bağlı(dır).”12 Lukacs, özne-nesne birliğinin, ahlaki dolayımlardan kurtulup nesnel temelleri, olan bir dolayıma kavuştuğunu buna dayanarak öne sürer. Bunun bir uzantısı olarak da, bu dönemin politik yazılarında devrim sürecini, proletaryanın ortaya çıkışıyla başlayan bütünsel bir süreç olarak görür.13 Proletarya, kendi nesnelleşmesinde toplumun bütününü, kendi praxisinde tarihin bütününü kavrayan özdeş özne-nesnedir.
Bu noktada, Lukacs`ın dolayım sorununa bu özdeşlikle getirdiği çözümün, yer yer örtük yer yer de belirtik olan öncülü üzerinde biraz durmakta yarar var: Tarih ve Sınıf Bilincinde yazar, Engels`in, diyalektiğin özü olan özne-nesne özdeşliğini kavramadığı için doğa çerçevesinde de diyalektikten söz ettiğini söylüyor. Lukacs açısından proletaryanın kendini nesnelleştirmesinin ürünü olan dünyada doğanın yeri yok. Nitekim bu bağlamda, Marx`ın Feuerbach Üzerine Tezler`inin ilkini14 nesnelliğin sadece insan faaliyetinin ürünü olduğuna ilişkin bir kanıt olarak kullanıyor.15 Başka bir deyişle, Lukacs için nesnellik salt tarihsel/toplumsal bir gerçeklik ve tümüyle insan faaliyetinin ürünü. Bu tez, proletaryanın bütüne ilişkin bilgisinin mutlak doğru olduğu görüşünün de öncülü aynı zamanda: “Bu … bakış açısıyla insanlığın kendi tarihini kendisinin yaptığı görülebilir ve, gerçekliği tarih olarak kavraması koşuluyla, (insanlık) onu insan faaliyeti olarak anlayabilir.”16
Gördüğümüz gibi, “Sınıf Bilinci” (1920) adlı yazıda, Lukacs işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşmasını sınıf çıkarma bağlıyordu: İşçi sınıfının kurtuluşu için bütünün bilgisi gerekliydi; sınıf çıkarı bunu gerektirdiği için, bu bir “ölüm kalım meselesi” olduğu için de, böyle bir bilinç mümkündü. Tarih ve Sınıf Bilinci`ndeki yazıları sıraya dizerken, bu yazının hemen arkasına (kronolojik sırayı gözetmeden), “Şeyleşme ve Proletaryanın Sınıf Bilinci”ni (1922) koyuyor Lukacs. Bunun ardında yatan saik bence çok açık: Hiç te doyurucu olmayan ve bu haliyle düpedüz teleolojik olan bu çözümü tamamlamak. Nitekim ikinci yazıda, yine gördüğümüz gibi, tahliline, proletaryanın sınıf çıkarına uygun davranmasını mümkün kılan nesnel varoluş koşullarını dahil ediyor: İşçi, emekgücünü satarken, bu mübadeledeki nicel ilişki onun için bir nitel soruna dönüşür; kullanım değerinin bilincine varır. Bu da ona, mübadele değeri-kullanım değeri birliği, ya da başka bir deyişle özne-nesne birliği olduğu bilincini verir. Böylece, özne olan nesne, öz-bilincine kavuşur.
Ancak, işçinin meta olduğu, kendini nesnelleştirmesinin tümüyle yabancılaşma anlamına geldiği bir durumda, işçi sınıfının nasıl olup da bu mutlak şeyleşmenin ötesine geçebileceği hâlâ bir sorun. Kendinden men-” kul bir bilinç sıçraması ne derece doyurucu bir açıklama olabilir?
Nitekim Lukacs`ın teori-pratik birliğini sağlayacak dolayım arayışı burada noktalanmıyor. Tarih ve Sınıf Bilinci`nde ve o dönemin politik yazılarında giderek ön plana çıkan ve merkezi konuma yerleşen bir dolayım var: parti.
“Örgüt Sorununun Metodolojisine Doğru” (1922) adlı yazıda, partinin hangi anlamda dolayım olduğunu açıklıyor Lukacs. Her şeyden önce, bu dolayımın içine yerleştiği bağlam, “hareket” ile “nihai hedef, kısa dönemli çıkarlarla uzun dönemli çıkarlar, ya da başka bir deyişle “psikolojik bilinç” ile “atfedilmiş bilinç” arasındaki gerilimli ilişki: Parti, bu gerilimin aşılmasının aracıdır Lukacs`a göre; parti sayesinde atfedilmiş bilincin psikolojik bilinçle dolay unlanması, yani nihai hedefle kısa dönemli çıkarlar arasında bağlantı kurulması mümkün olur. Kısacası, teori-pratik birliğinin dolayımı olarak gördüğü partiyi, oldukça Leninist bir biçimde, işçi sınıfının bölünmüşlüğü ve kısmi çıkarlar çerçevesinde ele alıyor Lukacs.
Bu genel çerçeve içinde partiye atfedilen rol hiç azımsanacak gibi değil: “Örgüt teori ile pratiğin dolayımlanmasının biçimidir. Ve, her diyalektik ilişkide olduğu gibi, ilişkinin her iki terimi de ancak bu dolayım sayesinde ve bu dolayımda somutluk ve gerçeklik kazanabilirler.” 17 işçi sınıfının eylemi, parti aracılığıyla, teoriyle bütünleşmiş (bilinçli) praxis haline gelir; buna karşılık, tarihsel maddecilik partide ve partinin yönlendirdiği faaliyette somutlaşır.
Bilinçli politik faaliyetin iki boyutu vardır: Bir yandan tekil işçinin bilincinin sınıf bilinci haline gelmesini sağlar örgütlü faaliyet; öte yandan da tarihin akışını etkilediği ölçüde insan-tarih dolayımını oluşturur: “Faaliyetin bu ikili anlamı -proleter sınıf bilincinin kendisinde cisimleştiği birey ile tarihin akışı üzerindeki eşanlı etkisi, yani insan-tarih ilişkisinin somut dolayımı (olması)- işte bu, doğmakta olan örgütün belirleyici özelliğidir.”18 îşçi sınıfı, partide, nesneyken özne haline gelir, kendi bilincine varır. Bu aynı zamanda tarihin, gerçekliğin kendi öz-bilincine ulaşmasıdır. Tarihsel süreci etkileme ve dolayısıyla insan-tarih dolayımını oluşturma yeteneğini taşıyan partide, varoluş ile bilinç arasındaki ikilik diyalektik olarak aşılır.
Lukacs`ın bu parti idealizasyonunun temelinde yine özne-nesne özdeşliğini yakalamak güç değil: Bu özdeşlik sayesindedir ki parti ile sınıf arasındaki ilişki gerçek bir problem olmaktan çıkar; böylece de, partiye karşı bu aşın iyimser yaklaşım neredeyse teorik bir gerekçeye kavuşur. Lukacs`ın parti yüceltmesinin pratik politik sonucu ise, partiye mutlak bir yetki atfetmek. Sınıf bilincinin cisimleşmesi olarak gördüğü partide, bu bilincin anlığına uygun bir türdeşlik arıyor Lukacs: Örgüt içinde teorik farklılıklara yer yoktur ona göre; çünkü tutarsızlıklar, çelişkiler pratikte somutlaştığında, düşünce farklılıkları olmaktan çıkıp sınıf-karşıtı politikalar haline gelirler.
Bunun da ötesinde, Lukacs`a göre “Komünist Parti… özgürlük alanına doğru atılmış ilk bilinçli adımdır.”19 Her ne kadar bu ifadede esas vurgulanan, özgürlük alanına yönelme iradesiyse de, partinin aynı zamanda sınıf bilincinin “cisimleşmesi” olduğunu da hatırlayacak olursak, Lukacs`ın partiye giderek komünist toplumun özelliklerini atfettiğini görürüz. Parti, tamamlanmış bir sınıf bilincinin, gerçekleşmiş bir özne-nesne özdeşliğinin ifadesi haline gelir yer yer. P.Brovvne`un deyişiyle, “komünist örgüt… aslında şimdinin üretmesi beklenen bir şeyin şimdide gerçekleşmiş maddi bir biçimi gibidir.”20 Böyle olunca da, kendisine atfedilen ideal özelliklerle, parti bir adacık olarak sınıfın bütününün karşısına yerleşir.
Lukacs`ın teori-pratik birliğinin dolayımı olarak gördüğü partiye ve özel olarak da bu partiyle sınıf hareketi arasındaki ilişkiye yaklaşımı, bizi / yazarın bu dönemdeki politik görüşlerine getiriyor. Radikal burjuva ahlâkçılığını aşıp, özne-nesne dolayımlanmasını sınıfsal bir temele oturttuğu bu yeni bakış açısıyla nasıl bir politik çizgi izledi Lukacs?
B. Ütopyacılık/Sol Komünizm ve Leninizm
1967`de yazdığı özeleştiride bu dönemini anlatırken, Lukacs düşüncelerinin “çözümlenmemiş bir ikilik”21 taşıdığım söylüyor. Gerçekten de, Komintern içinde Sol Komünistlerin teorik ve politik platformu olan Kommunismus dergisinde yazdığı yazılarda dünya devrimi sorunlarına “aşın sol” ve yer yer sekter bir tavırla yaklaşırken, Macaristan Komünist Partisi içinde (yine aynı derginin yazarlarından olan) Bela Kun`a karşı, partinin sağ kanadında, Landler`in yanında yer alıyor. Ancak kendi geçmişine karşı fazla haksızlık etmek de istemiyor Lukacs: “…
20`lerin ilk yıllarının sekterliğini tartışırken Stalinist pratikte görülen sek-terlik türünde bir şeyi düşünmemek gerekiyor… 20`lerin sekterliği mesih tavırlıydı, ütopyacı yüce umutlar taşıyordu ve yöntemleri şiddetle bürokrasi-karşıtıydı. Bu iki eğilimin tek ortak noktalan taşıdıkları addır; içsel olarak iki düşman ucu temsil ederler.”22
Lukacs`ın bu döneminde, dünya devrimi konusundaki aşın sol yaklaşımının simgesi sayılabilecek iki olaydan söz etmek mümkün. Bunlardan ilki, 1920 Martı`nda Kommımismus dergisinde çıkan “Parlamentoculuk Sorunu” başlıklı yazı. Bu yazıda Lukacs parlamentoya katılmanın, devrimin öngörülür bir gelecekte mümkün olmadığı dönemlerin “defansif` taktiklerinden biri olduğunu ileri sürüyor. Bunun da ötesinde, yan-bilinçli kesimleri devrimci bilince kavuşturmanın bir yolu olarak “seçim ajitasyonu son derece kuşkulu” bir yöntemdir Lukacs`a göre: “Seçimde oy kullanmak sadece gerçek bir eylem olmamakla kalmaz, bir eylem yanılsamasıdır.”23 An bir nitelik atfettiği sınıf bilincine ulaşmak için sürdürülmesi gereken devrimci eylemin ne olup ne olamayacağı konusundaki çeşitli ilke/taktik tartışmalarından sonra, neredeyse mutlak bir ilke olarak şunu ileri sürüyor: “…bir işçi konseyinin mümkün olduğu durumda (artık) parlamentoculuk gereksizdir.”24 Bu yazının hemen üzerine yazdığı bir eleştiri yazısında Lenin ise, parlamentonun bir kurum olarak dünya tarihi açısından aşılmış olabileceğini, ama taktik nedenlerle parlamentoya katılmanın yine de anlamlı olabileceğini savunuyor. Sonraları Lukacs bu eleştirinin kendisi üzerindeki etkisini şöyle anlatacak: “(Bu eleştiri) beni, tarihsel perspektiflerimi günlük taktiklerin gereklerine daha nüanslı ve dolaylı bir biçimde uyarlamaya zorladı.”25
Ancak bu olaydan bir yıl sonra Almanya`da Mart Eylemi patlak verdiğinde Lukacs`ın tavrı yine oldukça aşırı sol! Genellikle “darbeci” bir anlayışın örneği olarak anılan “Mart Eylemi”, Almanya`da 1921 Martı`nda gelişen olaylar dizisi: 16 Mart`ta (Mansfeld`de), bir yıl önceki Kapp Darbesi`ne karşı silâhlanmış olan bir grup işçiyle hükümet güçleri arasında çıkan çatışma üzerine Alman Komünist Partisi açık bir ayaklanma çağrısı çıkarır. Bu çağrıya çok sınırlı sayıda işçi uyar; bu kez parti bir genel grev çağrısında bulunur. Sosyal Demokrat işçiler bu çağrıya katılmaz: Komünistler hem bu işçilerle, hem hükümet güçleriyle karşı karşıya kalırlar. Binlerce kişi tutuklanır; birçok yaralı vardır. 31 Mart`ta eylem sona erdirilir. Bu girişim Komünist Partisi`nin üye sayısının 400.000`den 180.000`e düşmesine yol açar. İşin içinde Komintern`den Bela Kun ve başkalarının da parmağı olduğundan, olay Komintern içinde büyük tartışmalara yol açar.
İşte bu tartışmalarda Lukacs açıkça Mart Eylemi`nden yana tavır alıyor. Olayın hemen ardından yazdığı iki yazıda 26, Mart Eylemi fikrinin kendisinin değil, uygulanma biçiminin sorunlar içerdiğini ileri sürüyor. Lukacs`a göre, kitle hareketi ile parti ilişkisi devrim sürecinin farklı evrelerinde farklı özellikler taşır. Başlangıç aşamasında, ekonominin belirlediği kitle eylemleri, partiden bağımsız ve kendiliğinden eylemler olur. Ancak, bir noktadan sonra bir sıçrama olur ve partinin, özgürlük alanının bir ifadesi olan iradesi gündeme gelir. Her şeyin daha yakıcılaştığı bu aşamada, artık, kitle eylemlerinin ne başlayacağına, ne de başladıklarında daha ileri bir düzeye geçme potansiyelini kendiliğinden taşıyacaklarına güvenilebilir. Bu ileri evrede partinin belirleyiciliği esastır.
Dolayısıyla Mart Eylemi`nden çıkarılacak ders örgütseldir Lukacs`ın gözünde: Devrim sürecinin ulaştığı bu aşamada, proletaryanın sağ önderliklerden kopması, gelişkin bilinçli bir parti önderliği, kitle partilerinin gerçek komünist partiler haline getirilmeleri… Artık öncü çekirdeğin bilinçli eylemini mümkün kılan bir örgütlenme biçimi gerekmektedir. Çünkü ona göre: “Özgürlük alanı nın varolmaya başlaması, yani tarihin akışını açık bir biçimde kavrayan ve bunu başarıyla tamamlamaya hazır olan kararlı öncünün tarihsel olarak belirleyici etkisi … nesnel ekonomik krizle ve bu kriz içinde devrimcileşmiş kitlelerle kesintisiz bir diyalektik etkileşim içinde gerçekleşir.”27 Öncü çekirdeğin bu karmaşık sürece iradi müdahalesi kaçınılmazdır. Kısacası, gelişkin ve kararlı bir önderlikle girişilecek Mart Eylemleri, devrimin ileri evresinde doğru politikalardır.
Ancak daha önce de belirttiğim gibi, sonraları bu desteğini de sekterlik ruhu içinde ve eleştirel olmayan bir biçimde verilmiş bir destek olarak nitelendiriyor Lukacs. Aslında 1919-24 yıllarında Lukacs`ın politikasının bir tür devrimci romantizmden giderek Leninizm`e doğru evrildiğini söylemek mümkün. Belli bir ikircikliliği hep taşımakla birlikte özellikle kitle hareketi ya da sınıf ile parti arasındaki ilişki konusundaki görüşlerinde bu gelişim oldukça belirgin.
Parti-sınıf ilişkisine yaklaşımda, kısa dönemli çıkarlarla nihai hedef arasındaki gerilimin nasıl kavramlaştırıldığı kuşkusuz çok belirleyici: Bu ikisi arasında kurulabilecek köprüye ilişkin iyimserlik, sınıfın bütününün sınıf bilincine ulaşması sürecine ilişkin bir iyimserlik demek aynı zamanda. Lukacs`ın “devrim süreci” ya da “devrimci praxis” anlayışı başlangıçta tam da bu iç çelişkiyi azımsayan bir yaklaşımın ifadesi.
1919 yılında, Macaristan Sovyet Cumhuriyeti öncesinde, sırasında ve sonrasında yazdığı yazılarda Lukacs`ın en belirgin düşmanı reformizm. Kısa dönemli çıkarların ve taktiksel kaygıların devrim hedefini uzaklaştıracak biçimde mutlaklaştırılmasının karşısına, genellikle soyut bir “devrim süreci” anlayışıyla çıkıyor Lukacs: Kapitalizmin ve işçi sınıfının nesnel maddi gerçekliğinin üstünü Örten bu bulutumsu “süreç” anlayışı, aslında, gerçeklikteki çelişkileri diyalektik bir söylemle çözme umudunun ifadesi. Bu umudun altından da karşımıza bir kez daha özne-nesne özdeşliği çıkıyor: Tarih devrimci praxis ile özdeşleştirildiğinde, nesnenin tarihi ile öznenin tarihi birbirine indirgendiğinde, nesnelliğin dirençlerinin gözden kaçırılması doğal.
Reformizme karşı tartışmalarında, Lukacs özne-nesne özdeşliğine dayalı bu türdeş praxis anlayışı sayesinde, devrim hedefini güncel mücadeleye dolaysız bir biçimde bağlayabiliyor: “Marksist sınıf mücadelesi teorisi… aşkın hedefi içkin hedefe dönüştürür; proletaryanın sınıf mücadelesi aynı zamanda hem hedefin kendisi hem de onun gerçekleşmesidir.”28 Bu anlayış, “hareket” ile “nihai hedef” arasındaki diyalektik ilişkiyi dolaysız bir özdeşliğe indirgiyor. Bunu yaparken Lukacs`ın “söylem`i son derece diyalektik: Olguları bütünün içine yerleştirerek değerlendirmek gerektiğini savunuyor hep; ama sorun, bu diyalektiğin yeterince maddeci, sözü edilen “bütün”ün yeterince karmaşık ya da heterojen olmamasından kaynaklanıyor: “Kapitalizmin yıkılmasının koşullan… proletaryadaki bu kararlı irade uyanıp bilince kavuşunca olgunlaştı. 29
Proletaryanın devrimci praxisini tarihsel gerçekliğin kendisi ve türdeş bir bütün olarak idealize ederken, Lukacs daha önce de söylediğim gibi, Marx`ın Feuerbach üzerine I. Tezi`ni teorik dayanak olarak kullanıyor. Bu Teze hem “Ortodoks Marksizm Nedir?” adlı yazısında, hem de “Oportünizm ve Darbecilik”te başvuruyor. Her iki durumda da, Marx`ın, nesnelliğin, gerçekliğin aynı zamanda faaliyet olarak da kavranması gerektiğine ilişkin sözünü, gerçekliğin praxisten ibaret olduğu biçiminde yorumluyor. Ve buna dayanarak, gerek “oportünistler”in gerekse “darbeciler”in, kitlelerin devrimci faaliyetine ve bunun hem temeli hem ürünü olan devrimci bilincine yer tanımadıklarını ileri sürüyor. Bir kez daha, salt praxisten oluşan bir süreç içinde, eylem ile bilinç arasında sözel olarak kurulmuş bir ilişkiyle karşı karşıyayız.
1920`de parlamentoya katılım konusunda Lenin`in eleştirisinden aldığını iddia ettiği dersten sonra, 1921`de yazdığı “Rosa Luxemburg`un Marksizmi” adlı yazıda Lukacs, diyalektik anlayışının soyutluğuyla devrimci romantizmi arasındaki ilişkiyi gözler önüne serecek biçimde şöyle diyor: “(Kapitalizmin yıkılacağına ilişkin) kesinliğin “maddi` güvenceleri olamaz. Bu güvence metodolojik olarak -diyalektik yöntemle- verilebilir.”30
Ancak 1922`ye geldiğinde, Rosa Luxemburg üzerine daha eleştirel bir yazısında Lukacs`ın bu soyut ve öznelci diyalektik anlayışının gerçekçilik yönünde, bir ölçüde değişmeye başladığını görüyoruz. Bu yazıda Luxemburg`u “devrimin gelecekteki evrelerinin ilkelerini anın gereklerinin karşısına” koyduğu için eleştiriyor ve bunun temelinde “tarihin akışının organik özelliğinin abartılması”nın yattığını ileri sürüyor.31 Nitekim bunun hemen ardından, ilk kez, Rosa ile Lenin arasındaki temel bir ayrımdan söz ediyor ve kendini Lenin`in yanına yerleştiriyor: İşçi sınıfı devrime birlik oluşturmuş bir güç halinde girmeyeceği gibi, devrim de arı bir proleter devrimi olamaz Lukacs`a göre. Rosa böyle bir yanılsama içindedir! İşçi sınıfının devrimci praxisine ve oluşmuş bir sınıf bilincine bunca güven duyan Lukacs için bu, en azından sözünü ettiğim ikircikliliğin bir ifadesi olmalı.
Lukacs 1967 özeleştirisinde, Lenin`in Düşüncesi (1924) adlı broşürün Tarih ve Sınıf Bilincine göre bir ilerleme olduğunu söylüyor. Kendisi, bu broşürü yazarken Lenin üzerinde düşünmüş olmasının bunda önemli bir payı olduğu kanısında. Bu sayede praxis ile teori arasındaki bağlantıyı daha net ve daha diyalektik bir biçimde kurduğuna inanıyor. Lenin`in Düşüncesi`nde, Lukacın eski yazılarındaki öznelci felsefi söylem büyük ölçüde geri plana itilmiş; devrimci romantizm ve özellikle sekterlik iyice törpülenmiş. Bu yapıtı, Lukacs`ın Luxemburgcu bir kendiliğindencilikten Bolşevizme geçişinin belgesi olarak görme eğilimi oldukça yaygın.32 Oysa 1919`dan 1922`ye, Lukacs parti/sınıf ilişkisi konusunda zaten -yavaş yavaş da olsa- giderek Lenin`e yaklaşıyor. Bu broşürde parti konusundaki düşünceleri iyice netleşmiş. Lenin`in örgüt anlayışının devrimin güncelliğini şart koştuğunu çeşitli biçimlerde ifade ediyor. Daha önceki yazılarında komünist partiyi işçi sınıfı hareketinin “ofansif evresi olarak nitelendirdiği evreye bağlarken, burada bu kavramı terk etmiş: Devrimin güncelliğinden “burjuvazinin artık devrimci bir sınıf olmaktan çıktığının”33 anlaşılması gerektiğni açıkça ifade ediyor. Kısacası, Lukacs`ın , “ofansif evre”nin doğru eylem biçimi olarak Mart Eylemi`ni savunduğu günlerden bu yana “olgunlaştığı” söylenebilir.
Lukacs`ın bu döneme ait politik görüşlerinin her aşamasında önemle üzerinde durduğu bir tez var: Sınıf ile sınıf bilinci arasındaki ilişkide tamamlayıcı bir Öğe olarak işçi konseylerinin önemi. Lukacs işçi konseylerine ikili bir rol atfediyor ve bu ikili işlevi Rosa`yla tartışmalarında sık sık vurguluyor. Ona göre, işçi konseyleri sadece kurulmuş bir işçi iktidarının organları değil, geçiş dönemlerinin silâhlandır aynı zamanda 34. Bu nokta önemlidir, çünkü konsey ya da sovyet, devrimci mücadele sürecinde işçi sınıfının bütününü kucaklayacak tek örgütlenme biçimidir. İşçi sınıfı içindeki “yan bilinçli” kesimler sınıfın bütününü kapsayan bu örgütte devrimci eylemle eğitilerek sınıf bilincine kavuşma imkânına sahip olurlar. Bundan sonra, “proletaryanın savaş örgütü olan sovyetlerden, yine sınıfsal bir savaş örgütü olan proletaryanın devlet aygıtı – oluşur.”35 İktidar mücadelesi sırasında konseyler işçi sınıfının hem bölünmüşlüğünü aşmasının ortamını oluştururlar, hem de ekonomik mücadele ile politik mücadele arasındaki kopukluğu. Bu yüzden de, devrimci praxisin alanı, işçi sınıfı bilincinin gerçekleşme biçimidir konsey.
Sonuç olarak, 1919-24 döneminde, Lukacs`ın felsefesinin maddeci bir diyalektikle öznelciliği gerilimli bir ikilik biçiminde barındırdığını, politikasının ise yine öznelcilikten ve buna bağlı bir romantizmden bir ölçüde gerçekçileşmiş bir devrimciliğe doğru evrildiğini söylemek mümkün. Ancak 1924 yılından başlayarak, birçokları gibi Lukacs da dünya devrimine ilişkin kısa dönemli umudunu giderek geride bırakıyor.36 Bunun politik anlayışındaki dolaysız uzantılarını aşağıda ele alacağım. Ne var ki, bu değişikliğin bir de dolaylı etkisi oluyor Lukacs`ın üzerinde ve onu felsefi çerçevesini de sorgulamaya yöneltiyor. Lukacs 41 yaşına gelmişken, Hegel yorumunu ve özne-nesne özdeşliğine dayanan bütün anlayışını gözden geçirmeye girişiyor.
C. Lukacs`ın özeleştirisi
Tarih ve Sınıf Bilinci 1923 yılında yayımlanır yayımlanmaz her yönden saldırıya uğramaya başlıyor. Kautsky`den Zinoviev`e, Macar Komünist Partisi`nde Lukacs`ın yandaşlarından olan Rudas`tan Buharin`e kadar uzanan bir yelpazenin yoğun eleştirilerine hedef oluyor. 1949`da Lukacs hem bu kitapla, hem de edebiyat ve estetik kuramıyla ilgili bir özeleştiri yapıyor. 1967 özeleştirisi ise çok daha sistematik ve esas olarak da Tarih ve Sınıf Bilincinde odaklaşmış. Burada 1949 özeleştirisiyle ilgili olarak şöyle diyor Lukacs: “Resmi ve yan-resmi edebiyat kuramlarına karşı gerçek partizanca mücadeleyi sürdürebilmem için, taktik olarak Tarih ve Sınıf Bilinci ile arama kamuoyu önünde bir mesafe koymam gerekiyordu. Böyle yapmasaydım, rakiplerim, başka açılardan ne kadar dar kafalı olurlarsa olsunlar bence nesnel olarak haklı olacaklardı.”37 Demek ki, 1949`da artık felsefi görüşleri değişmiş Lukacs`ın; ama yeni çerçevesi tam anlamıyla oluşmamış ki 1967`deki kadar sistematik değil bu özeleştirisi.
1967 önsözündeki özeleştiriyi birbirine bağlı dört ana noktada toparlamak mümkün. Yazara göre Tarih ve Sınıf Bilinci, her şeyden önce, Marksizm içinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkan bir eğilimin damgasını taşımaktadır. Bu eğilim, diyalektik anlayışında doğaya hiç yer tanımayan, Marksizm`i sadece tarih ve toplum sınırları içine hapseden bir anlayışın ifadesidir. Lukacs, bu kitapta kendi tahlilinin de, diyalektiğin sadece tarih ve toplum için geçerli olduğu tezine dayandığı kanısında. Bunun sonucunda ekonominin alanı daralmıştır, çünkü ekonominin temel kategorisi olan emek, yani insan-doğa ilişkisinin dolayımı, burada olması gereken konumda değildir. Böyle olunca, komünizmi kapitalizmin nesnel potansiyellerine bağlama imkânı ortadan kalkmıştır: Kapitalizmde insanlığın çelişik bir gelişme yaşadığını, bazı sınıfların harcanması pahasına insanlık için bir potansiyelin oluştuğunu gözden kaçırmıştır bu kitaptaki yaklaşım. Dolayısıyla da kitapta, kapitalizmin çelişkileri ve proletaryanın devrimcileşme sürecine ilişkin olarak öznelci bir çerçevenin damgası vardır 38
Buna bağlı olarak, praxis kavramı daralmış ve çarpıtılmıştır. Lukacs, burjuva düşüncesinin eylemden kopuk edilgin niteliğini aşmak adına, devrimci praxisi abarttığı kanısındadır. Amacı, sözde-nesnel bilginin yüceltildiği II. Enternasyonal Marksizmi`ne karşı teori-pratik birliğini vurgulamaktır. Ancak, insan ile doğa arasındaki temel ilişki olan emek, bu en temel praxis biçimi, bu kitapta ait olduğu yere yerleştirilmediği için, praxis kavramı soyut ve idealist bir praxisi ifade etmektedir. Atfedilmiş bilinç ile praxis arasındaki sorunlu ilişki buna bağlıdır: “Benim sunuşumda bu v atfedilmiş` bilincin gerçekten devrimci praxise dönüşmesi bir mucize olurdu.”39
Bütün bunlar, Hegel`in mirasının yeterli bir maddecilik süzgecinden geçirilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. IL Enternasyonal`in, bilen özne ile bilinen nesneyi birbirinden koparan nesnelciliği karşısında, özne-nesne ilişkisini kurabilmek için Hegelci bir bütün anlayışı benimsenmiştir bu kitapta. Devrimci teorinin, ancak özne-nesne özdeşliğine dayalı bütün temelinde kurulabileceği inancı belirleyici olmuştur. Bu da, emek kategorisi temelinde kurulmayan, dolayısıyla da ekonominin belirleyiciliğinin tanınmadığı bir bütün anlayışı demektir.
Hegelci bütün anlayışı ile bunun bir ifadesi olan, doğayı dışlayıcı bakış, yabancılaşma ile nesnelleşmenin birbirine karıştırıldığı anlamına gelir .Bu kitaptaki tarih anlayışına göre, özdeş olan özne-nesne tarih içinde kendini gerçekleştirir. Tarih, proletaryanın sınıf bilincine ulaşarak tarihin özdeş özne-nesnesi haline gelmesi sürecidir. Oysa metafizik bir kurgudan başka bir şey değildir bu: Kendi bilincine ulaşmak, gerçek bir özne-nesne birliğini yaratmak için yeterli olamaz. Hegel`de olduğu gibi Tarih ve Sınıf Bilincinde de, yabancılaşmayla nesnelleşme birbiriyle özdeşleştirilmiştir ve yabancılaşmanın asılmasıyla birlikte nesnelleşme de aşılır. Oysa nesnelleşme, insanın doğayla ilişkisini ifade eder; insanlığın indirgenemez bir boyutudur. Yabancılaşma ise, insanın bu temel ilişkisinin belli toplumsal koşullar altında büründüğü biçimdir.
Lukacs, bu çok belirleyici hatalarına karşın kitaba en azından iki yönüyle yine de sahip çıkıyor. Bunlardan biri, Marx`ın yapıtını bir bütün olarak ele alıp gençlik dönemindeki yazılarını da tahliline dahil etmiş olması. Ancak burada söz konusu olan, 1844 Elyazmaları değil. Bu metni ancak 1929 yılında keşfediyor Lukacs. Hatta Tarih ve Sınıf Bilinci`ndeki eksikliklerin Önemli ölçüde Elyazmalarını okumamış olmasından kaynaklandığını ileri sürüyor. Gerçekten de, Manc`ın bu yapıtının iki temel kavramı, insan-doğa ilişkisinin dolayımı olarak emek ve yabancılaşma. Bu özeleştiri ise, gördüğümüz gibi, tam da bu kavramların eksik ya da yanlış anlaşılmasının eleştirisi.
Kitabın, Lukacs`a göre hâlâ önem taşıyan ikinci bir yönü ise, dolayım kavramı ve bu kavramın diyalektikteki merkezi konumunun vurgulanmış olması. Bunun yanısıra, Lukacs diyalektiğin gerçekliğin devinim biçimi olarak görülmesinin önemine de bir kez daha değiniyor: Diyalektik (ve dolayımlar) “dış dünyaya uygulanan” bir düşünce yöntemi (ve kategorileri) değildir Lukacs`a göre.
Lukacs`ın özeleştirisinde söylediklerini Tarih ve Sınıf Bilinci ışığında değerlendirdiğimizde, öznelciliği ile Hegelciliği arasındaki bağlantıyı açıkça görmek mümkün. Bu dönemin Lukacsı`na göre, özne ile nesne arasındaki ilişkinin dolayımı her şeyden önce sınıf bilinci: Proletarya kapitalizmde hapsolduğu şeyleşmeden -bu dolaysız varoluştan- sınıf bilincine ulaşarak kurtuluyor; salt nesne olmaktan çıkıp aynı zamanda, özne oluyor. Bu bilinç, devrimci praxisi mümkün kılıyor ve teori-pratik birliği böylece sağlanıyor. Proletaryanın özgürleşme süreci ile Hegel`de Tin`in (dünya aklının) kendi bilincine vararak yabancılaşmadan kurtulma süreci arasındaki benzerlik çarpıcı: Her iki durumda da bilinçteki bir dönüşüm, mevcut dolaysız durumun ötesine geçilmesini mümkün kılıyor. Kısacası, dolayım süreci esas olarak bilinç düzleminde gerçekleşiyor. Bu, Hegel için yeterli; çünkü onun öznesi tinsel, düşünsel bir varlık. Ama bu o dönemin Lukacsı için de yeterli; çünkü proletarya salt tarihsel bir özne: Bu çerçevede doğaya, dolayısıyla da emek sürecine yer yok. Başka türlü söyleyecek olursak, kapitalizmin çelişik gerçekliği göz ardı edilmiş; dolayısıyla bu nesnelliğin direnci de hesaba katılmıyor. Bu yüzdendir ki, ekonomi alanında mutlak bir §eyleşmeye tâbi olan proletarya, politika düzeyinde bu durumunu bir sıçramayla aşabiliyor. Ekonomi ile politika arasında soyut bir karşıtlık var.
Ne var ki, Lukacs`ın, işçi sınıfının mutlak bir şeyleşmeye tâbi olduğu yolundaki savına daha yakından baktığımızda, bunun sadece Hegel etkisiyle belirlenmiş bir sav olmadığını da görebiliriz: Manc`ı iyi okumamış olmanın da payı var burada. Daha önce gördüğümüz gibi, Lukacs işçinin meta olduğunu ileri sürüyor. Oysa Marksist bir çerçevede bu ancak bir metafor olabilir:` İşçinin kendisi değil emekgücüdür meta olan. Dolayısıyla da işçi salt bir nesne değil, yabancılaşmış da olsa aynı zamanda bir öznedir. Yani, yabancılaşma ile nesnelleşme özdeş değil, şeyleşme mutlak değildir: İşçinin özne olarak harcadığı emekte bir özgürleşme potansiyeli her zaman vardır. Dolayısıyla, politik düzlemde gerçekleşmesi beklenen özgürleşmenin “ekonomik” bir temeli vardır.,
Öte yandan, üretim sürecinin barındırdığı bu potansiyelin yerini politika doldurduğunda, insan eylemi (praxis) sadece politik faaliyetten ibaret olduğunda, öznelci bir politika anlayışına saplanılmasını anlamak güç değil. Lukacs`ın partiyi özne-nesne birliğinin cisimleşmesi olarak görmesi bunun bir ifadesi. Bu noktadan sonra da, sınıf, sınıf bilinci ve parti ilişkileri konusunda aşın bir iyimserlik, partiye duyulan aşın güven beklenmesi gereken şeyler. İşçi sınıfının gerçek özgürlüğünü sağlamak, Lukacs`ın deyişiyle, partinin “yazgısı”! 40
II. Öznelcilikten gerçekçiliğe: ontolojiye doğru
Lukacs`ı 1967 özeleştirisine götüren sürecin felsefi ve politik boyutlarını ele almadan önce, 1924 sonrasında yaşamındaki belli başlı duraklara kısaca göz atmakta yarar var. Lukacs`ın düşüncesinin sözünü ettiğim iç çelişkisinin çözülmesinde Macaristan Komünist Partisi`ndeki gelişmelerin rolü çok önemli. Kendisinin de dahil olduğu Landler kanadının bu dönemdeki politikası, Komünist Partisi`nde proletarya diktatörlüğünü savunurken, 1924`te kurulan ve başını yine komünistlerin çektiği legal işçi Partisi`nde “demokrasinin kurulması” için mücadele etmek. Lukacs`m teorik olarak temellendirmekte güçlük çektiği bu politikanın doğurduğu gerilime bir de “dış gelişmeler” ekleniyor: Batı Avrupa`da kapitalizmin yeniden görece istikrara kavuşması, bütün devrimci çıkışların bastırılması, Sovyetler Birliği`nde NEP politikasına geçilmiş olması, bütün bunlar Lukacs`ı ekonomik koşulların gücü konusunda düşünmeye itiyor. Bu gerilimin politik çözümü 1928`de kaleme aldığı ünlü Blum Tezleri. Bunlar, Lukacs`m (Blum takma adıyla) Macaristan Komünist Partisi`nin 1928 yılında yapılan II.Kongresi için hazırladığı tezler. İçeriğine daha sonra gireceğim bu tezlerde Lukacs artık Komünist Partisi`nin “demokratik diktatörlük” perspektifini benimsemesini savunuyor.
Ne var ki, Lukacs`m bu çıkışı, tam da Komintern`in, sosyal demokrasiyi “faşizmin ikiz kardeşi” olarak gören Üçüncü Dönem politikasına denk geliyor. Lukacs yoğun eleştirilere hedef oluyor ve Bela Kun`un baskısı karşısında 1929`da bir özeleştiri yaparak bu tezleri görünürde geri çekiyor. Sonraları, 1949 özeleştirisi ile 1929`daki bu özeleştiri arasındaki “vtek fark(ın), Tarih ve Sınıf Bilincinin yanlışlığına samimi olarak inanıyor olma(sı)”41 olduğunu söyleyecek -yani Blum Tezleri`nin yanlışlığına hiçbir zaman inanmadığını… Ancak anti-faşist mücadeleye “giriş bileti” olarak görüyor bu taktik özeleştiriyi.
1929 yılından 1956 yılına kadar aktif politikanın dışında kalıyor Lukacs. Bu dönemde mücadelesini kültür ve estetik alanında sürdürüyor. Partiye ilk girdiği günlerde başlayan kültür ve estetik tartışması, 30`lu yıllarda “proleter kültürü” anlayışına karşı açık bir mücadeleye dönüşüyor. Lukacs bu resmi teze karşı estetik ve kültürün özgüllüğünü savunuyor. Aslında bu mücadele, Lukacs`m, Stalinizm`e temelde karşı çıkmadan, üstyapı düzeyinde bürokratizasyona muhalefetinin bir parçası: “Tek ülkede sosyalizm” konusunda Stalin`in politikasından yanayken, parti-içi ilişkiler ve estetik-kültür alanlarında Stalin`e karşı Lukacs.
1929-45 dönemini Sovyetler Birliği`nde geçirdikten sonra Lukacs Macaristan`a dönüyor. 1949`da “Lukacs tartışması” olarak bilinen bir saldın kampanyasına maruz kalıyor ve hemen ardından, daha önce sözünü ettiğim ikinci özeleştiriyi yayımlıyor.
1956 Macar ayaklanmasının ürünü olan Imre Nagy hükümetinde Kültür Bakanı Lukacs. Nagy hükümetinin Sovyet müdahalesiyle düşürülmesinden sonra, 1956 Kasım-1957 Nisan dönemini Romanya`da sürgünde geçiriyor. Macaristan`a döndükten sonra, Stalinizm`e karşı muhalefetini üstyapı ve kültür düzeyinde olmak kaydıyla sürdürüyor.
Lukacs`m, gerek Blum Tezleri`ndeki görüşlerinin, gerekse Stalin`in “tek ülkede sosyalizm” politikasına verdiği desteğin, felsefi çizgisindeki evrimle tutarlı olduğunu, 1925-26 yıllarından başlayarak Lukacs`m düşüncesinin bir bütün olarak sağcılaştığını düşünen M.Löwy, bunun tam bir Stalinizm`le uzlaşma çizgisi olduğu kanısında.42 Lukacs`m felsefi ve politik görüşlerindeki gelişmeleri aşağıda açıklamaya çalışacağım. Ancak bu noktada şu kadarını belirtmekte yarar var: Stalin`e karşı ikircikli tavrı, felsefi ilkelerinden çok, Lukacs`ın kendi geçmişiyle hesaplaşmaları ve politik ufkunun sınırlarıyla ilgili.
A. Diyalektiğin yeniden düşünülmesi: devrimci praxisten emeğe
1925 yılından başlayarak Lukacs ekonomi politiğe yöneliyor ve giderek Marx`ın ekonomi politik eleştirisi ile diyalektik arasındaki bağlantıları daha açık olarak kavramaya başlıyor. 1925`te Buharın üzerine yazdığı bir eleştiri yazısında 43, yazarın teknolojik determinizmine karşı çıkarken, geçmişteki tarzından farklı bir us yürütmenin ilk belirtilerini veriyor: Diyalektiğin sorunlarını bilinç düzeyinde çözmeye eğilimli eski öznelci yaklaşımının yerini burada, üretim güçleri/üretim ilişkileri diyalektiğini vurgulayan bir tahlil alıyor. Diyalektiği, üretim düzeyinde kavramlaştırma yolunda bir çaba bu.
Yine 1925`te Lassalle`in mektupları üzerine yazdığı değerlendirme yazısında ise, bir yandan bu çizgisini daha ileri götürürken, öte yandan da Alman İdealizmi ve Hegel konusundaki görüşlerini derinleştirmeye çalışıyor. Hegel`in, örneğin Fichte karşısındaki üstünlüğü, Lukacs`a göre, Fichte`nin soyut öznelciliğinden çok daha gerçekçi olan tarihsel ve toplumsal dolayımlara dayalı bir sisteme sahip olmasıdır. Bu gerçekçiliğin temelinde Hegel`in burjuva sistemiyle “uzlaşma”sı (reconciliation) yatar: Bu “uzlaşma”nın Hegel`e sağladığı avantaj, onun kategorilerinin burjuva toplumunun somut gerçekliğini yansıtmasıdır: “… Hegel`invuzlaşma` kavramı, yani tarih felsefesinin şimdi de doruğuna ulaşması -politik olarak ne kadar gerici olsa da- burjuva toplumunun mantıksal kategorileriyle yapısal biçimleri arasında daha derin bir bağlantı kurulduğu anlamına gelir… Bu,… gerçekliğe bir yakınlıktır…”44 Hegel`in felsefesinin nesnelciliğini vurgulamak, Lukacs açısından yeni sayılabilecek bir gelişme: Gördüğümüz gibi, Tarih ve Sınıf Bilincinde, Hegel`in Lukacs`ı asıl büyüleyen yanı, öznenin kendi faaliyetiyle dolayımlanan özne-nesne özdeşliğiydi.
Aynı şekilde, 1926`da yayımlanan “Moses Hess ve İdealist Diyalektiğin Sorunları”45 adlı yazısında da yine “uzlaşma” kavramını gündeme getiriyor Lukacs; ve yine Hegel`in bu kavramı kullanışında, ekonomik kategorileri toplumsal gerçeklikler olarak gördüğünün bir ifadesini buluyor. Bu, ekonomi ile felsefe arasındaki bağlantıları kurmak -yani, bir kez daha, öznelci bir diyalektikten uzaklaşmak- açısından Lukacs için önemli bir dayanak.
Öznelcilikten uzaklaşmanın bir ifadesi olan bu yeniliği Stalinizm`le uzlaşmaya doğru atılmış bir adım olarak görmek, aslında, öznelci bir yaklaşımın barındırdığı sorunları azımsamak anlamına gelir. Lukacs`ın “uzlaşma” kavramında bulduğu felsefi anlamın ne olduğu artık açık olmalı. Löwy`nin, buna karşın, burada Stalinizm`e teslim olmanın belirtisini bulması, terim fetişizmi yapmaktan başka bir şey değil: “1908-9`da genç Lukacs`ın ideolojik olarak radikalleşmesinin başlangıç noktası Hegel`in “uzlaşma1 kavramına karşı çıkmasıydı. Şimdi (1926`da) devrimci döneminin sonunda, Lukacs Hegel`in gerçeklikle yaptığı uzlaşmaya geri dönmüştür.”46 Oysa, Lukacs`ın benimsemeye başladığı gerçekçilik, onu Hegel`e değil Marx`a daha çok yaklaştırıyor gittikçe: Genç Hegelcilerin, burjuva toplumunun her şeyini aşmak adına “burjuvazinin en tipik sınıf bilimi olan ekonomiyi ilkesel olarak reddetmeleri”ne47 yönelttiği eleştiride, kendi geçmişine yönelik bir pişmanlığı bile sezmek mümkün. Bu yazıda Lukacs`ın, Smith ve Ricardo`nun adlarını eskiden hiç anmadığı kadar anması, Hegel ile Ricardo arasında yaptığı karşılaştırma, artık başka bir yönelime girdiğinin ilginç göstergeleri.
Ne var ki, Lukacs bu yazıda Hegel ile hesaplaşmasını tamamlamamış henüz. Her şeyden önce, Feuerbach`ın Marx üzerindeki etkisini -ki bu, felsefi çerçevesinde doğaya yer açmak demek- tümüyle yok sayıyor: Ona göre, “Marx yöntemini doğrudan Hegel`den devralmıştır.”48 Öte yandan, bununla tutarlı bir biçimde, Tarih ve Sınıf Bilinci`nin, doğayı dışlayan özne-nesne özdeşliği anlayışını ve bunun uzantısı olan sınıf bilinci kavramını hâlâ savunuyor Lukacs: “(geleceğin) bilgisi ancak devrimci pratiğin nesnesi olarak mümkündür. “49
Lukacs`ın düşüncesinin geçirdiği bu dönüşüm ve Hegel`i yeniden yorumlama süreci doruk noktasına 1929`da Moskova`da ulaşıyor: Lukacs orada Marx`ın 1844 El yazmaları`nın tam metnini keşfediyor. Yine aynı sıralarda Lenin`in Felsefe Defterleri ile tanışıyor. Tarih ve Sınıf Bilinci`nin, bunların ışığında gözden geçirmeye başladığı en önemli tezi, beklenebileceği gibi özne-nesne özdeşliğine dayalı bütün anlayışı. Bu özdeşliğin yerini giderek, doğanın ve üretimin belirleyici konumda olduğu bir bütün anlayışı almaya başlıyor: İnsan emeğiyle dolayımlanan ve türdeş olmayan bir insan-doğa birliği anlayışı. Bunlar, öznenin -işçi sınıfının- kurtuluşunu “yabancılaşmış öznenin yabancılaşmışlığının bilincine varması” olarak gören Lukacs`tan, nesnel dünyanın devinim yasalarına daha çok yer veren bir Lukacs`a geçişin önemli duraklan .Öznenin pratiği ile nesnel dünyanın iç çelişkileri arasındaki bağlantıları kavramayı mümkün kılan duraklar…
Nihayet 1938 yılında Genç Hegel yayımlanıyor. Bu kitapta artık diyalektik tarih ve toplum sınırlan içine hapsedilmemiş. “Doğal sınır” kavramıyla birlikte, doğanın da bir tür diyalektiği olduğu kabul ediliyor.
Ancak Lukacs, doğa-insan ilişkisindeki bu diyalektik ile kapitalizmin iç diyalektiğinin farklılığı üzerinde önemle duruyor. Buna bağlı olarak da, nesnelleşmeyi farklı düzeylerde ele almanın gerekliliğini vurguluyor Bu düzeylerden en. temel olanı insan-doğa ilişkisine tekabül eden nesnelleşme düzeyidir Lukacs`a göre.
Nesnelliğe bu yeni yaklaşımın uzantısı olarak, öznenin kurtuluşunu da farklı bir biçimde kavramlaştırıyor Lukacs: Özgürleşme, eskiden ya-bancılaşmışlığın bilincine varmak ve yabancılaşmış özne olan nesnelliği yıkmaktı; artık, öznenin kendini nesnel dünyanın yasalarına tâbi kılarak onları dönüştürmesi anlamına gelmeye başlıyor.
Bunun yanısıra, Lukacs bu kitabında Hegel`i klasik ekonomi politikle bağlantısı içinde yorumluyor. Ona göre, Hegel`in amacı, “şimdinin ve kapitalizmin iç yapısını ve gerçek hareket ettirici nedenlerini kavramak ve kapitalizmin deviniminin diyalektiğini açıklamaktır.”50 İngiltere`de ekonomi politik, kapitalizmin çelişkilerini kendi teorik temeli olarak teşhis edemezdi, çünkü kapitalizm henüz üretici güçleri geliştirdiği devrimci aşamasındaydı. Alman kapitalizminin gelişme temposu ve biçimi ise farklı bir nitelik taşıyordu: Burada insanlar kapitalizmin gelişme sürecinin sancılarını, kendi yaşamlarında yansıyan çelişkilerini algılama fırsatına sahiptiler. İşte Hegel “çelişki” ilkesine bu sayede varabildi; nesnel gerçekliğin hareket ettirici ilkesinin çelişki olduğunu böylece görebildi.51
Diyalektiğin, doğayı da kapsayacak biçimde genişletilmesinin ve özne ile nesne özdeşliğinin terk edilmesinin, sınıf bilincinin kavramlaştırılması açısından önemli uzantıları var. İnsan-doğa birliğinin türdeş olmayan ve dinamik bir birlik olduğu ve insanın doğal sınırları mutlak olarak aşamayacağı kabul edildiğinde, insan bilgisinin mutlak niteliği de sarsılır. Bu yeni çerçevede, proletaryanın sınıf bilinci, bütünün tüketici ve tam bilgisi olamaz.
Lukacs bu sorunlarla henüz bu yapıtta uğraşmıyor. Çözümlerini, 1963`te yayımlanmış olan Estetiğin Özgüllüğü ve ölümüne kadar üzerinde çalıştığı Toplumsal Varlığın Ontolojisi`nde geliştirmeye çalışıyor. 1967de Lenin`in Düşüncesine yazdığı bir son sözde bu konudaki tavrı çok açık: “Varlığın nesnel olarak sergilenen bütünselliği sonsuzdur ve bundan dolayı tüm olarak asla kavranamaz.”52 Gerçekliğin bilgisi sürekli olarak yenilenmeli ve geliştirilmelidir. Buna bağlı olarak, proletaryanın sınıf bilinci bütünün tam bilgisi değil, bütünselliğe yönelik bir bakış açısı olabilir ancak. Öte yandan, yine özne ile nesnenin özdeş olmamasının bir uzantısı olarak, parti, proletaryanın sınıf bilincinin cisimleşmiş biçimi olmaktan çıkmak zorundadır: Bütünün bilgisi, proletaryanın kendine ilişkin bilgisi değildir artık; dolayısıyla da “bütünselliğin kavranması… eylemde bulunan kişiye daima `dıştan`; yani teorik olarak iletilmelidir.” 53 Partinin yeni statüsü de böylece belirlenmiş olur.
Toplumsal Varlığın Ontolojisi iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde, Lukacs, çağdaş felsefenin ontolojik varsayımlarını ele alıyor; bu filozoflar arasında Hegel ve Manc`a ayrılan yer bu ilk bölümün yansını oluşturuyor. İkinci bölümde ise yazar kendi toplumsal ontolojisini kuruyor. Buradaki alt bölümler şöyle: “Emek”, Yeniden Üretim”, “Düşünceler Alanı ve İdeoloji”, “Yabancılaşma”. Bu yazıda, kaçınılmaz olarak, ontolojinin ancak temel öncüllerini ele alabileceğim; ideoloji, öz
Lukacs`ın Felsefi Mirası ! |Gülnur SAVRAN| -1-
Kategori:Yazılar ve Şiirler